İnadına uyutulduğumuz derin uykunun simgesi bir roman ve otobüs... Ülkeyi karanlık yapan ne varsa hepsi bu otobüste. İçinde 59 yolcusuyla cinnete doğru yol alan otobüsün yolcularının trajedisi her geçen gün artıyor.
Taş uykusu. Uyanılması güç uykunun harikulâde tanımı. Aslı Tohumcu toplumca içinde bulunduğumuz durumu anlatmak için kullandı bu etkileyici sözcüğü. İnadına uyutulduğumuz, bizi farkındalıktan uzaklaştıran derin uykuyu bir romana dönüştürdü. Hem de çoksesli bir romana...
Aslı Tohumcu bir belediye otobüsüne genci, yaşlısı, Kürdü, Ermenisi, hırsızı, tecavüz mağduru, gazetecisi, emeklisiyle tam 59 kişi bindiriyor. Ve bu otobüs cinnete doğru yol alıyor. Üstelik sadece dokuz durak ilerleyebiliyor. Tohumcu, penceremizin önüne bir Türkiye manzarası getirip koyuyor. Gördüğümüz manzaranın iç acıtıcı olduğunu söylemeye gerek var mı!
Aslı Tohumcu, kendine mekân olarak seçtiği belediye otobüsünü, toplumun ağır ruh halini anlatmak için bir sahne gibi kullanıyor. Görünüşte kendi halinde oturan insanların iç seslerini duyarak yaşamlarının yükünü, toplumun vaziyetini okuyoruz. Roman ilerledikçe herkesin kendine ve başkalarına zulüm olan hikâyesi saçılıyor ortalığa. Tohumcu, sıradanlaşmış ya da sıradanlaştırdığımız şiddet hikâyelerini anlatmayı seven bir yazar. Gündelik hayatın her köşesine sinmiş, hatta köşesi değil de gündelik hayatın ta kendisi olmuş şiddeti öykülemeyi iyi biliyor. Peki, yolcuların üzerinden neleri gösteriyor bize? Memleketteki kadın-erkek ilişkilerini, şiddete, röntgenciliğe bulanmış günlük yaşamı, ayrımcılığı, ırkçılığı, adaletsizliği, yoksulluğu, çaresizliği...
Kısacası burayı karanlık yapan ne varsa 59 yolcusu üzerinden anlatmaya çalışıyor. İşte bu sebeple Taş Uykusu’ndaki otobüsün küçük ölçekli bir Türkiye olduğunu söylemek mümkün.
Romanda belli bir zaman dilimi yok. Yazarı bunu bile isteye yapıyor. Evet, Bilge Köyü Katliamı’nı, Hrant Dink’in katlinin ardından Rakel Dink’in yaptığı konuşmayı satırlarda bulmak mümkün ancak bunlar belli bir dönemi anlatmak için kullanılmıyor. Tohumcu’nun yolcularının hikâyelerini alıp otuz yıl önceye de koyabilirsiniz, bugüne de... Ne acı!
Taş Uykusu’na çoksesli bir roman derken benzetme yapmamıştım. Bir anlatıcı özelliğinin de altını çizmek istemiştim aynı zamanda. Romanın tek bir anlatıcısı yok, otobüstekilerin neredeyse her biri bir anlatıcı. Yolcuların iç seslerini okuduğumuz bölümlerde yazarın italik satırlarla ayırmayı tercih ettiği bir anlatıcı devreye giriyor ve yolcuları betimliyor. Bu kurgu dahilinde ilerleyen romanda sona doğru otobüsün içindeki sesler birbirine karışıyor. Bağırışlar, çığlıklar... Yolcuların hep beraber konuşma halinden âdeta bir cinnet korosu oluşuyor. Karmaşanın arttığı noktada, tüm bu kaosu kaldırabilecek bir finalle sonlanıyor roman. Okuru, romanın tüm gidişatını daha da yukarılara taşıyan bir finalin beklediğini söylemekle yetineyim.
Şimdi tekrar başa döneyim… Aslı Tohumcu romanına şoförünün besmele çekip adımını otobüse atmasıyla başlıyor ve kıyamete doğru ilerleyeceğinin farkında olan adamı şöyle anlatıyor: “İlk nefesini alır gibi coşkuyla ama ilk olmasının ciğerlerindeki acısıyla hızla geride bırakıyor birinci durağı.” İşte bu ciğerdeki acı kitabın okura sunduğu en belirgin his oluyor.
Ne yaptığını iyi bilen, karakterleriyle keskinliğini sürekli bileyen Taş Uykusu’nun ilk yayımlanışının üzerinden on bir yıl geçti. Ama biz ne o otobüsten inebildik ne o uyanılması güç uykumuzdan uyandık. Üstelik cinnete doğru yol alan otobüsün yolcularının trajedisi günbegün artıyor.