Bir duvara çivi çakılacağı vakit çivinin, çekicin, kas kuvvetinin beraberinde, duvarın neresine çakılacağı ve kaçlık çivi olacağı bilgisini de değerli bulduğumuz gün, “tasarlayarak yapmak” normalleşecek ve daha güzel bir hayatımız olacak.
Bir yanda duble yollar, modern gökdelenler, lüks rezidanslar ve dünyanın en büyük havalimanı ile övünürken diğer yanda betona gömülü halde yaşanmaz kentler, kendiliğinden çöken yapılar, biraz kuvvetlice yağmurda her şeyi önüne katan seller ve toprak kaymaları.
Tam bir tezat. Bu tezatı anlamlandırabilmek için önce Avrupa’ya bakacak ve tek örnek üzerinden gideceğim.
Hollanda, tasarım kültürünü yakından tanıma fırsatı bulduğum bir ülke. Daha uçak gökyüzündeyken, her karışının özenle tasarlandığı; ekili alanların, yolların, kanalların, rüzgar değirmenlerinin yani nesnelerin birbirlerinin farkında olarak uyum içinde, yan yana durdukları görülür.
Bu, yeni ve modern bir şey de değil. Amsterdam’ı düşünelim. 16'ncı yüzyılda denizaşırı ülkelerden gelen malların, mavnalarla tüccar konutlarına taşınması ihtiyacı, birbirlerine paralel açılan üç kanal ile giderildi. Berlage, göçün yarattığı konut sorununa çözüm olarak Güney Amsterdam’ı 1900’lerin başında, bütüncül bir bakışla ele aldı. 1970’lerde başlayıp 2000’lerde tamamlanan, eski liman bölgesinin konut alanına dönüştürülmesi, kentin kuzey doğuya doğru sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağladı. Farklı yüzyıllar, farklı gündelik ihtiyaçlar, farklı teknolojik imkanlar. Ama üçünü, art arda sıraladığınızda Amsterdam’ın kentsel gelişiminin, yüzyıllara yayılan bir “tasarlayarak yapma” kültürünün ürünü olduğu anlaşılır.
Şimdi ölçeği değiştiriyor, kentten eve, hatta evin tesisatına geçiyorum. Su tesisatında sorun olduğunda, gayet profesyonel, üzerinde temiz işçi tulumu, tüm alet edevatı yanında, her şeyi standartlara göre yapan biri gelir.
Özellikle uç bir örnekle başladım. Bizler için toprak, coğrafyanın doğal bir parçası, hazır, verili bir nesne. Hollanda’nın ise üçte biri deniz seviyesinin altında. Tarihi, büyük su baskınları ile dolu. Onlar için toprak, denizden kazanılıyor, yani imal ediliyor. En ufak hataya yer yok. Zaten İngilizce “Netherlands”, Flemenkçe “Nederland”, mitolojide “bu dünyaya ait olmayan, yer altına ait topraklar” demek.
Hollanda’da tasarım, yapma edimine eklenen bir lüks değil, yapmanın ta kendisi. Bu ikisi arasında bir ayrım yok. Başka türlüsünü bilmiyorlar; hatta akıllarına bile gelmiyor diyebilirim.
CUMHURİYET'İN TASARIMI
Cumhuriyet’in kendisi, başlı başına bir tasarım idi; başkenti, alfabesi, giyinme tarzı, düşünme ve yaşam şekli ile dev ve modern bir tasarım. Küçücük bir kasaba olan Ankara, caddeleri, parkları, meydanları, kamu yapıları ve konutları ile yeni baştan inşa edildi; Anadolu’nun her yerine köy enstitüleri ve halk evleri kuruldu; Arkitekt gibi meslek içi ve 7 Gün gibi popüler dergilerle, yeni yaşamın yeni biçimleri insanlara tanıtıldı.
Böylesine bir başlangıca rağmen, bu ülkede “tasarlayarak yapma” ya da “tasarım kültürü” neden gelişmedi? Siyasal, sosyal ve ekonomik boyutlarını bir süreliğine paranteze alarak, tasarlama eylemi hakkında, bir mimar olarak, şunları söyleyebilirim:
Tasarımın en çatışmalı alanı, “işlev” ile “biçim” arasındaki gerilimdir. Her tasarım eyleminde, işlev ve biçim birbiri ile yarışır, biri diğerinin önüne geçmeye çalışır. Tasarım ürünü nesne “işlevsel olmak” ile “aşırı tasarım” (over design) olmak arasında salınır. İşlev ve biçime, “kullanım” üzerinden bakmanın, bir mimar olarak, bahsettiğim gerilimi gidereceği düşüncesindeyim. Her nesne salt işlevsel bir bakışla anlaşılamayacağı gibi sadece bir biçimden de ibaret değildir. Onu değerli ve anlamlı kılan, gündelik hayattaki karşılığı yani kullanımıdır. Daha basitçe söylemem gerekirse, tasarım, kullanışlı nesneler üretme bilgisini barındırır ve her tasarım, kullanımı temsil eden bir biçime tekabül eder.
Kemalizmin mimari tercihi, muasır medeniyetlerin modern ve rasyonel mimarisinden yanaydı. Yurt dışından mimarlar ve planlamacılar çağrıldı. Bu dönemde, hepsini sayamayacağım, Clemence Holzmeister 1936 yılında Ankara'da Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Orduevi, Harp Okulu, Cumhurbaşkanlığı Köşkü, İçişleri Bakanlığı ve Yargıtay binalarını; Bruno Taut, Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını ve Paul Bonatz, 1946 yılında Türkiye’nin ilk toplu konut alanı olan Saraçoğlu Mahallesi’ni yaptı. Saydığım isimler, aynı zamanda Türk mimarlarını yetiştirme görevini de üstlenmişlerdir.
Modern mimarlığın öncü isimlerinden Henry Louis Sullivan’ın “biçim, işlevi takip eder” (form follows function) sözü, -ki bu söz de meslek içinde çok tartışmalıdır- kendisine modern mimarlığı örnek alan Kemalizm’de tersine işledi. Dikkat ederseniz, Alman mimarlar tarafından tasarlanan yapıların tamamı devlet, ordu ya da kamu yapıları. Bu yapılar halkın kullanımı için gibi görünseler de, oraya asıl devleti temsil etmek için dikildiler.
Biçimler, yeni bir devlet kurma projesinin çok önemli bir parçasıydılar. Dönemin modernist ilkelerine göre tasarlanmış olsalar da, modern mimarlığın tüm ilkelerine karşı çıkarcasına, işlevsel değil biçimsel düzlemde çalışmaktaydılar.
Bu tuhaf uyumsuzluğu anlamak için tekrar Avrupa’ya bakmalı.
Giddens, modernliğin 18'inci yüzyılda Avrupa’da bir yerlerde başladığını ve oradan tüm dünyaya yayıldığını söyleyerek, modernliğin başlangıcını bir zaman ve yere bağlar. İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya gibi ülkeler “I. Kuşak Modernleşme”; Türkiye, Mısır, İtalya ve Doğu Avrupa ülkeleri ise “II. Kuşak Modernleşme” sürecine dahil edilirler. Aradaki 100 – 150 yıllık fark, her şeyin belirleyicisi. Avrupa’da tabandan gelen taleplerle oluşan “toplumsal zemine dayanan devlet tasarımı” ile bizdeki gibi “yukarıdan biçimler dayatan devlet tasarımı” arasında çok fark var.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında tasarım, devletin tekelindeydi; işlevi de yeni Türkiye’nin biçimlerini üretmekti. Ama salt biçim, işlevsel değildir; sadece sembolik düzene aittir; sembolik düzen ise ideolojiktir. Bu nedenle tasarım, bizde asla, gündelik hayatımızı kolaylaştıran faydalı bir bilgi alanı olarak görülmedi. Paul Bonatz’ın 1946 yılında, lojman (sosyal konut) olarak tasarladığı Saraçoğlu Mahallesi’nin diğer adının “Devlet Konutları” olması tesadüf değildir.
1950’li yıllarla beraber, devlet kısıtlı kaynaklarını ağırlıklı olarak ithal ikameci sanayileşme politikalarına aktardı. Avrupa’da 150 yıl önce gerçekleşen ve gerçek modernleşme sürecini başlatan kırsaldan kente göç ve yarattığı, kentleşme, konut, ulaşım, sıradan gündelik kullanım eşyalarının temini gibi sorunların çözümü, devlet tarafından toplumun kendisine bırakıldı.
Kent planlamacası İlhan Tekeli, o yılları üç çarpıcı olgu ile açıklar. Bir, gecekondu; iki, dolmuş; üç, işporta.
“Başımı sokacak bir dam olsun yeter.” “Gideceğim yere ulaşayım yeter.” “Ayakkabı bu kışı çıkarsın yeter; gerekirse seneye altına yama yaptırırım.”
Kentlerde yığılma vardı ama konut yoktu. Devletin çözümü, insanları yasal olan ile olmayan arasında bırakan, hazine arazileri üzerine derme çatma gecekondular yapılmasına göz yummak oldu. Ulaşım sorunu dolmuş ile halledildi. Şemsiye, ayakkabı, kap kacak gibi gündelik ihtiyaçlar da, çoğunlukla merdiven altı ucuz üretim yani işporta üzerinden sağlandı. Her üçü de, ihtiyacı anlık çözme üstüne. Bir süre idare etmesi yeterli.
Türkiye’nin tek mimarlık sözlüğü olan, Doğan Hasol’un Mimarlık Sözlüğü'nde, tasarım kelimesi “Gündelik nesnelerden, mobilyadan, mimarlık ve peyzajdan, kentsel planlamaya kadar uzanan ve insanın yaratıcılığına dayalı olarak çevreye estetik uyum getirmeyi amaçlayan üretim etkinliği” olarak tanımlanıyor. (vurgular bana ait)
Oldukça sorunlu bir tanım; özellikle “yaratıcılık” ve “estetik” kelimelerinin aynı cümle içinde kullanılması. Çünkü mimarı “estetik yaratıcı” olarak “seçkin” bir konuma yerleştiriyor. Oysa mimarın etimolojik anlamı, “imar eden, düzenleyen, uygarlaştıran, uzun süre yaşatan.” Kimsenin mimardan, yaratıcı olmasını ve estetik şeyler üretmesini beklediği yok. Bu, sadece mimarların kendilerine yükledikleri bir anlam.
Bugünün Türkiye’sinde, standart kelimesi “kaliteli”, kullanışlı kelimesi ise “yaratıcı estetik” anlamına gelince, “tasarlayarak yapma normalitesi” de sadece zengin bir zümreye ait bir lüksmüş gibi görülüyor. Gündelik hayatta karşılığı yok. Eğer böyle bir şeye sahip olmaya kalkarsanız da, sanki yapma eyleminin üzerine sonradan eklenmiş bir bilgi olarak tasarım bedelini katbekat ödemek zorunda kalırsınız.
NEOLİBERALİZMİN TASARIMLA OLAN İLİŞKİSİ
Fotoğraf İstanbul’dan. Levent’i Maslak’a bağlayan Büyükdere Caddesi ve yakın etrafını gösteriyor. Sağ tarafta, Ebenezer Howard’ın “Bahçe Şehir” (Garden City) konseptine uygun olarak 1950’li yıllarda tasarlanmış, üç katlı ve bahçeli müstakil konutlardan oluşan Levent Mahallesi bulunuyor. Ancak şu an çoğu konut işlevini yitirdi ve lüks iş yerleri olarak kullanılıyor. Konuta uygun mekan kullanımları, duvarları yıkılarak, mutfakları iptal edilerek, cephelerine tabelalar asılarak değiştirildi.
Caddenin karşı tarafı ise çöküntü bölgesi. Gültepe, gelişigüzel yapılmış evler ile imalathanelerin iç içe olduğu, dar sokaklara sahip bir yaşam bölgesi. Levent ve Gültepe, yan yana ama iki farklı dünya. Büyükdere Caddesi bu iki farklı dünyayı birbirlerinden ayırıyor. Caddenin iki yanında dizili modern AVM’ler, lüks rezidanslar ve ofisler ise Gültepe’yi iyice görünmez hale getiriyorlar.
Devletin elindeki tasarım tekelinin yerini bugün, neoliberalizmin, etrafındaki diğer tüm biçimlerden farklılaşarak kendisini pazarlama aklı aldı. Yine esasen işlevsel değiller; sembolik düzene aitler. Her biri, neoliberalizmin mabetleri, işlevleri ise yeni, çeşitli ve zengin biçimler üretmek. Yine aynı çelişki, yine aynı ayrışma, işlev ile biçim arasındaki.
Evet, işlev ile biçim - kullanışlı ile standartlara sahip olma arasındaki ilişkiyi bir türlü kuramadık ve tasarımı, sembolik düzenin bir işlevi olmaktan kurtaramadık.
Bir duvara çivi çakılacağı vakit çivinin, çekicin, kas kuvvetinin beraberinde, duvarın neresine çakılacağı ve kaçlık çivi olacağı bilgisini de değerli bulduğumuz gün, “tasarlayarak yapmak” normalleşecek ve daha güzel bir hayatımız olacak.