Tasarım problem çözme, yenilik sunma ve toplumsal değişim için güçlü bir araç. Tasarım düşünceyi tetikleyerek, insanların olaylara daha yaratıcı ve özgür biçimde bakmasına, kimi zaman da çok daha farklı çözümler sunmasına olanak tanıyan bir kavram. İyi tasarım bizim demokratik hakkımız ve bunu mümkün olan her alanda aramalıyız.
Günlük hayatımızı şekillendiren mimariden kullandığımız ürünlere kadar tasarım ile dolu bir dünyada, tasarımın toplumu nasıl şekillendirdiğinin önemi azımsanamaz. Tasarıma duyarlı insanlar, iyi tasarımı sadece takdir etmeyen, aynı zamanda yaşamları ve toplumlar üzerindeki etkisini anlayan bireylerdir.
Türkiye’de, özellikle İstanbul ölçeğinde bir metropolde bu alanda yönetim ile kentliler arasında sürekli bir zımpara taşı etkisi var.
Sadece geçtiğimiz hafta mimar, sosyolog, kent uzmanı insanların kentteki kimi uygulamalar ve nesneler üzerindeki serzenişlerini izledim. İlk dikkatimi çeken İstanbul Boğazında pandeminin ilk günlerinden itibaren süzülmeye başlayan, benim de eski evimin konumu sebebi ile bir hayli izlediğim, hatta tarifesine bu nedenle hakim olduğum siyah vapur hakkındaki yorumlar oldu. Çok sayıda tanıdığım isim bu konuya müdahil olduğu için izinleri ile isimleri anmadan devam edeceğim.
Koskoca bu vapur simsiyah boyandı, üzerine altın rengi oryantal süslemeler yapıldı ve senelerdir Boğazda turistleri gezdiriyor. Daha önce illüstrasyon günleri vesilesi ile bir kez bu vapurda ben de tur attım. Dışarıdaki tasarım anlayışı içeride de devam ediyor. Turistlere standart bir ikram veriliyor; gezinti sırasında bol bol resim çektiriliyor; vapur simsiyah biçimde boğazın sularında süzülürken, nereden baksanız iki saatlik bir İstanbul deneyimi yaşatılıyor. Bu tür vapurlar suya kıyısı olan tüm kentlerde var, var olmasına ama galiba hiç biri bu kadar çirkin değil! Burada sorumuz şu olabilir: Çirkin olan nedir ve güzel olan hangisidir? Kenara not edelim.
Çoğu mimar olan dostlar haklı olarak şikayetçi. Kimi, güzelim boğazda dolaşacak böyle bir aracın renginin, görünümünün bu olmaması gerektiğini savunuyor. Boğazın bir görsel tarihi kimliği var ise (var mı?) haklı bir uyarı. Boğaz, üzerindeki şileplerden balıkçı teknelerine, karabataklarından göçmen kuşlarına ve martılarına, kıyılarındaki yalılarına ve bitki örtüsüne dek, hatta rüzgarı ile, kokusu ile, sesi ile eşsiz bir görsel miras bu kente. Bu mirasın özü korunmalı. Öz nedir derseniz, daha önceki yazılarımdan otantisite hakkındaki önerilerime bakabilirsiniz.
Bu siyah vapur, onu beğenmeyene göre İstanbul Boğazının çirkin ördeği gibi.
Kimileri ise özel mülk olan bu vapur için kıyılarımızda ayrılmış olan inme-binme yerine itiraz ediyor. Kıyılar kamusal alandır, itiraz bu nedenle yükseliyor. Eh bu vapura turistler binecek ve inecek dediğinizi duyar gibiyim; elbette. Yüz yıldır insanlar bir yerlerden bu araçlara inip biniyor ama dev cruise gemilerinin yanaştığı Galataport bile gümrüklü giriş esnasında kapanan ve sonra da halkın kullanımına sunulan biçimde tasarlanmışken, bir siyah turist vapuru için kıyılarda demir bariyerle alan ayırmak biraz tuhaf kaçıyor. Doğal olarak toplumun bir kesimi bu konuda daha iyi ve adil bir uygulama için sesini yükseltiyor.
Siyah vapurdan kafamı çevirdiğim yerde Kabataş İskelesi sorunsalı duruyor. Sorun nasıl uzun bir süre yaşamımızda kaldı ise artık pekala sorunsal. İtiraf etmeliyim, kıyıdan teknelere yürümem gereken mesafe aşırı uzun olduğu için, çok rahatlıkla kullanabilecekken en kullanmaktan kaçındığım iskele Kabataş oldu Proje öncesi böyle değildi. Şimdi nerede ise bir km yolu yine demir bariyerler arasından yürüyorsunuz. Yağmurda, ayazda veya Ağustos sıcağında ve neminde daha da şenlikli oluyor bu beton platformdaki yürüyüş. Bir keresinde ada vapuruna son dakikada yetiştim; O geniş platformda nefessiz kalmış biçimde koşarken kendimi bir spor yarışında hissetmiştim. Sevimsiz bir deneyim; hiçbir yönü ile insancıl değil.
Yıllardır inşaat halinde olan bu iskele ile ilgili mimari tarihimiz Martı Projesi ismi ile kayıt aldı. Hakan Kıran tarafından projelendirilerek sunulan ve kamuoyuna tanıtılan bu proje martı kanadı biçimindeki çatısı sebebi ile bu şekilde anıldı. Tanıtıldığı zamandan itibaren pek çok kanaldan itirazlar yükselse de inşaatına başlandı. Ekrem İmamoğlu’nun ilk dönem seçimi kazanması ile değişen ve martı kanatlarından kurtulan proje bu kez bir rampaya dönüşmüş olarak seçim koşturmacasında açılmış oldu.
Bu tür iskele alanlarının aşırı kalabalık insan yükü, bu alanları birer beton düzlük haline çeviriyor; nedense orta yolu pek bulamıyoruz. Bu rampa biçimindeki çatı, projenin orjinalindeki alışveriş alanını örtüyor; sanıyorum devralındığında bu kısım tamamlanmıştı ve tamamen iptal etmek imkansız olacaktı.
Mevcut durumda uçsuz uçaksız vapur yürüyüşüne bir de denizi görmek için tırmanılması gereken rampa eklendi. Her şey halk için!
Örnekler bitmiyor; her gün bir yenisine uyanıyoruz. Artık gözlerimiz kör oldu; kulaklarımız sağır. Yetişemiyouz. Söz hakkımızın olmadığına inanıyoruz. Dinlenmediğimize, bize sorulmadığına kızıyoruz. Ne de olsa hepimizin tasarım ve mimarlık adına bir fikri zaten default (!) olarak var. Bize sorsalardı daha iyisini yapardık kuşkusuz… Burada kinaye yapıyorum ama elbette haklılık payı var, bunu da kenara not edelim, birazdan değineceğim.
Kentlerin tasarımı konusunda sinir uçlarımız dağlandı. Yok edilen yaylalara, doğal güzellikleri ile eşsiz göllere mi yanalım, Millet Bahçelerinde asker intizamı ile dizilmiş pergolalı barakalara mı? Zaten büyük kentlerde gün geçtikçe binalara gömülüyoruz moralimiz fena halde bozuk; bir yandan da eşsiz kıyılarımızda verilen inşaat ruhsatlarını, yükselen yapıları gördükçe galiba iyice umudumuz yitiyor.
Depremlerden ders almadık, almıyoruz. Yıkılıyoruz, ölüyoruz ama bu bakış açımızı, bu yapımızı değiştirmiyoruz.
Toplumun yönetim ile arasında var olduğunu düşündüğümüz bu sürtüşme aslında küçük, çok küçük bir kesimin yaşadığı bir olumsuzluk. Bu tür gerilimler yönetimlere yüklenerek çözülebilir mi? Veya görece önceki dönemlere göre daha beğenerek başa getirdiğimiz yöneticiler neden bu tür kentsel tasarım sorunlarına yeterince duyarlı olamıyorlar?
Bu tür sorunların temelinde tasarım duyarlı bir toplum olma/olmama durumu yatıyor. Sanıyorum sorunu en tepe noktasından ele alarak çözmek imkansız. Temele inmek lazım. Yapanlar ile hoşnutsuzlar arasında uçurumlar varken uzlaşma peşine düşmek hayal. Üstelik toplumun büyük bir kısmındaki bilinçsizlik, beğeni dengelerini de değiştiriyor. Bilinçli bir kimsenin bir biçimde şikayet edebildiği bir uygulama, daha büyük kitleler için beğenilen olabiliyor.
Kuşkusuz kent yöneticilerinin tasarım bilincini arttırmaları, toplumun ihtiyaçları konusundaki çalışmaları önceliklendirmeleri gerekli; diğer yandan siyasetin ne saati bu hızda akıyor, ne de suları bu şekilde duruluyor. Demek ki talebi arttırmak gerekli.
Tasarım bilinci denilen konunun genel anlamda salt görsellikten öteye geçip, kullanıcı deneyimi sorumluluğuna ulaştığı noktada galiba daha iyi kentlerden, daha iyi hizmetlerden söz etmek olası olabiliyor.
Peki, tasarıma duyarlı bir topluluk oluşturmak için nasıl bir yol izleyebiliriz? Biraz buna kafa yordum ve kısaca özetliyorum:
Temel eğitim:
Tasarıma duyarlı insanlar yaratmanın temel adımlarından biri eğitim. Okullar ve kurumlar, öğrencileri problemlere yaratıcı ve yenilikçi bir bakış açısı ile yaklaşmaya teşvik eden tasarım düşünme prensiplerini erken yaşta tanıtabilir. Müfredatın içine tasarım eğitimini entegre ederek, tasarımın gücünü anlayan bir nesil yetiştirmek mümkün. Ülkemizde kimi sivil toplum kuruluşlarının bu alanda çok çaba sarf ettiğini biliyorum. Pek çok özel okul da daha erken yaşlarda yaratıcılğı motive eden proGramlar uyguluyor. Tasarım odaklı düşünme sistemleri devlet okullarına ne zaman nüfuz ederse, tasarım kavramı ile tanışmak o denli erken olacak. Bu tür bir bakış açısı insanların estetik, teknik, sistemsel her türlü eylemlerini belirleyen bir faktör olarak toplam kaliteyi arttıracak.
Örnek tasarımlar ile karşılaşma:
İnsanlar kent içerisinde ne kadar başarılı ve iyi örneklerle karşılaşırsa, tasarıma olan bağlılıkları da o denli artıyor. İçine giremedikleri mimar işi binalar yerine tasarlanmış parklar, tasarımı anlamak ve talep etmek adına daha etkili oluyor. İlki tasarım bir lükstür algısı yaratırken, kamusal alanda karşılaşılan her iyi tasarım insanları mutlu ve değerli hissettiriyor. Örneğin, New York City'deki High Line, terkedilmiş bir demiryolunu canlı bir halk alanına dönüştüren kentsel tasarımın başarılı bir örneğiydi, ardından pek çok benzer proje dünyanın farklı alanlarına yayıldı. Açıkçası İBB’nin pek çok projesindeki çaba da insanlara iyi mekanları yaşatarak benzer bir öncülüğe hizmet ediyor. Kent içindeki iyi tasarım adına sunulan başarı hikayelerini sergileyerek, bireyleri topluluklarında düşünceli tasarım çözümlerini takdir etmeye ve savunmaya teşvik edebilmek mümkün.
Yerel yaratıcılığı destekleme:
Yerel tasarımcıları ve zanaatkarları desteklemek, tasarıma duyarlı bir toplum oluşturmanın başka bir yolu. Yerel olarak üretilen ürünleri satın almak ve yerel yeteneklerin yaratıcılığını kutlamak, topluluğumuzun tasarım mirasına gurur ve bağlılık hissi yaratabiliyor. İstanbul’da kendiliğinden oluşmuş sanayi bölgesini yaratıcı bir bölge olarak kaleme almıştım. Pek çok sanatçının tasarımcının kümelendiği bu doğal tasarım merkezinin yanında yine İBB Miras projesi olarak hayata geçirilen Tasarım Müzesi girişimi inanıyorum zamanla daha da oturarak ve kendini bularak bu türden bir desteği yerel yaratıcılara sağlayacak.
İşbirliğini teşvik etme:
İşbirliği, tasarım bilincinin kültürünü geliştirmenin anahtarı. Farklı geçmişlere ve disiplinlere sahip bireyleri bir araya getirerek, tasarım odaklı karmaşık toplumsal sorunlara tasarım bakış açısıyla yenilikçi fikirler ve çözümler üretebiliriz. Bunun için kent konseylerini, planlama ajanslarını kurmak büyük bir başlangıç; ancak her zaman söylediğim gibi kurmak kadar önemli olan daha önemli bir mesele yaşatacak programları sunmak ve bu iş birliklerini sürdürülebilir kılmak.
Umuyorum halen tasarımı sadece estetikle ilgili olarak düşünenler kalmamıştır; tasarım problem çözme, yenilik sunma ve toplumsal değişim için güçlü bir araç. Tasarım düşünceyi tetikleyerek, insanların olaylara daha yaratıcı ve özgür biçimde bakmasına, kimi zaman da çok daha farklı çözümler sunmasına olanak tanıyan bir kavram.
Özetle boğazdaki siyah vapurun varlığına itiraz etmek değil, o vapurun hiç oluşmamasına yönelik bir bilincin varlığına ulaşmak asıl hedef olmalı.
İyi tasarım bizim demokratik hakkımız ve bunu mümkün olan her alanda aramalıyız. Bunu aramak bir lüks değil, kişinin kendi yaşamına öz saygısının bir göstergesi.