Afrika çöllerinde karşılaşabileceğiniz köklü bir kabilenin özgün kulübeleri, kendilerine yeten tüm temel ihtiyaçları karşılayan, sahip oldukları toprak, taş, ot gibi malzemeleri içeren yapılar olarak hayranlık uyandırıcıdır. Modern insan, “çok” lar ile donatılmış yaşamında böyle bir yerde yaşayamaz ama dinlenmek için böylesi bir “az” lığın hayalini kurar. Durup üzerinde düşünelim.
Tasarım iki uç nokta arasında gezinen sonsuz bir yolculuk gibi gelir bana. Bu noktalardan biri dikkat çekmek, gösterişli bir varoluş sergilemek için gerçekleştirilen iddialı bir yaklaşım: Maximalizm. Diğer nokta ise tasarımsız tasarım.
Tasarımsız tasarım biçiminde ortaya attığım kavramı biraz daha açmak gerekli; zira yanlış anlaşılabileceği üzere tasarımcısız tasarımdan veya tasarıma dayalı profesyonel bilginin kullanılmadan tasarım yapılmasından söz etmiyorum. Tasarım pratiğinin tüm fazlalıklarından arındırılmış, sadece ihtiyacı olan işlevi, estetiği ve değeri mütevazı biçimde ortaya koymasından bahsediyorum.
“Yeteri kadar ise çoktur” diyor Samuel Alexander, Thoreau’nun alternatif iktisadını Walden üzerinden incelediği satırlarında. Walden, benim de pek çokları gibi başyapıtlarımdan biridir ve hakkında bir pazar yazısında söz etmişliğim de vardır geçmiş tarihlerde. Onun ilham verici alternatif iktisadı, alternatif tasarım olamaz mı diye düşünürken, aslında ürün tasarımında, mimarlıkta, moda tasarımında, grafik tasarımda hep daha mütevazı bir yaklaşımın hayalini kurduğumu fark ettim.
Basit olan, tasarlanmamış hissi veren aslında tasarlanması en zor olandır. Bunu kendi pratiğimden de sayısız örnek ile biliyorum. Sanat, alanım değil ancak yapması basit gibi görülen sanat eserleri hakkında yüzeysel insanların “Bu da sanat mı, bunu ben de yaparım!” yaklaşımını bilirsiniz; klişedir. Bunu duyduğum anda, yanımdaki kim olursa olsun hemen ilişkimi keserim. Basit olanın ardındaki büyük birikimi ve zorlu yolları idrak edememiş bir kimse ile hiçbir bağım kalsın istemem, bu küçümseyici tavrın cahil ama özgüvenli hali beni çok ürkütür ve bir parçası olmaktan kaçınırım.
Tasarımda yeterli olandan daha fazlasını nesneye yüklemek, belki de yapılan işin “daha değerli” olduğunu göstermek üzere alışkanlık edinilmiş bir mesleki pratik hastalığıdır. Daha renkli, daha çarpıcı, daha süslemeli, üzerinde, içinde daha çok şey barındıran bir yaratıcı üretim, iletişim kurduğu alıcısına üstünde daha fazla emek ve mesai var hissiyatı verebilir. Kimileri gerçekten de öyledir bir yandan.
Tuhaf bir biçimde kendi beğenimi her iki uç noktada gezinirken bulurum. Ancak sadece o iki uç noktada! Aradaki çizgi üzerindeki hemen hiçbir şeyi dikkate almam ve sıradan görürüm; bu benim kişisel bakışım. Bu doğrultuda örneğin, tüm kültürlerde bulabileceğimiz, çoğunlukla eski çağlardan kalan bezemeli, oymalı, kakmalı hemen hemen tüm yaratıcı üretimlere ister bir kostüm ister bir mobilya isterse de bir bina olsun hayranlık duyarım. Bunların pek çoğu tevazudan yoksundur.
Diğer yandan bu tür üretimlerin ardındaki zanaatın ve zanaatkarın kıymetini bildiğimden, bu tür şeyleri “değerli” özel ve özgün bulurum. Nesnenin yapıldığı zamana, içinde bulunduğu kültüre göre üstlendiği işlev farklılaştığından kimi abartılı yapımları görmezden gelemem.
Bunların yeni çağda yapılmış replikalarından ve benzerlerinden ise hiç haz etmem. El işçiliğinin önünde saygı ile eğilirim her zaman. Ancak söz gelimi bir makinanın yaptığı üretim, el işçiliğinin aynısının tıpkısının makine versiyonu ise bunun anlamsızlığı tüm kalbimi kaplar.
Oysa insanlık tam tersi düşünür. Bir makine, ellerin yapabildiğini aynı o eller kadar iyi yapabildiğince başarılı bir makinadır. Kimse makinanın üretiminin, tekniğinin elinki ile aynı olmaması gerektiğini, buna gerek olmadığını düşünmez.
Bir makine bir şeyleri yaparken insanı ve hayvanı mı taklit etmelidir? Hayır aslında gerekmez; ancak insan sahip olduğu teknolojileri geliştirirken hep kendi deneyimlerine öykünür, bir bakıma makine gibi düşünemez.
İçinde bulunduğumuz bu yıllarda bu düşünceme yakın en somut örnek metaverse üzerinde tasarlanan mimari yapılar için oldu. Kimi yapılarda, gezinmek için kapılardan geçiyorduk veya bir üst kata tırmanmak için merdivenler kullanılıyordu: Bunu gördüğüm bir tasarım için mimarına sormuştum: “Neden uçarak veya zıplayarak çıkmıyoruz?”
Metaverse ortamında merdiven gerekli olmasa da insan aklı oraya kendi deneyimi ile merdiven koymayı istiyor; o halde tasarım özünden ve mecrasından şaşıyor, gereksiz bir işlev; gereksiz bir estetik sanal tasarımda kullanıldığında, yapı yine tevazudan uzaklaşıyor.
İster antik tapınaklardaki sütun başlıkları olsun ister evinizdeki süpürgelik, bu tür tasarım elemanlarının tümü bir ek yerini, bir bileşimi gizlemek için üretilmiştir. Bunun karşılığı moda tasarımında da vardır, veya bir lastik conta olarak kimi eşya tasarımlarında da. Kusursuz olarak yapılamayan işçilik, malzeme birleşimlerinde yeni bir malzemenin de kullanımını ön görür. Detaysız olan, basit gibi görünen bu nedenle zordur; bir tür kusursuzluk gerektirir. Zaman ile bu detayların da birer tasarım öğesi haline dönüştüğünü görürüz. Böylelikle nesne katman katman tasarlanan ve üzerinde gereksiz olan pek çok unsuru barındıran başka bir şeye dönüşür.
Tasarım bir iletişim biçimiyse ki, bana göre kesinlikle öyledir- bu kez ifade ettiği anlam da farklılaşır.
Örneğin sıradan bir elektrikli ev eşyasının üzerine basılan desen ile yapılmak istenen, aslında belirli bir anlam taşıyan ve o hali ile belirli bir kitlesi olan tasarım nesnesine yeni bir söz katmaktır. Aslında özü aynı olan bu eşya, üzerinde taşıdığı yeni desenler ile farklı kitlelerle de iletişim kurabilecek, onlar için dikkat çekici olabilecektir. Bu kuşkusuz ticari anlamda satışı arttıran bir marka hamlesidir de.
Samuel Anderson, Walden’in ana amaçlarından birine vurgu yapıyor incelemesinde: Uyanış!. Thoreau’nun bu uyanış kavramı doğrultusunda da soruyor: Ne oranda maddi refah yeterli? Ne için yeterli? Diğer bir deyişle soru şöyle: Maddi refahı ne için istemeliyiz? Bu soruları göz ardı edersek, esas arayışlarımızı göz ardı edeceğimizi ve hayatlarımızı gereksiz ufak tefek şeylerin arayışı içinde heba edeceğimizi belirtiyor.
Walden, kendi çevresinden uzaklaşıp doğaya kaçarken, “komşularım” dediği bu çevreyi eleştirir ve amacının onları uyandırmak olduğunu ifade eder. İlgili satırları şöyledir Thoreau’nun: “Ahlaki reform, uykudan kurtulmak için çabadır. Milyonlar, fiziksel çalışma konusunda yeterince uyanık; ama yalnızca milyonda bir kişi etkin entelektüel gayret için yeterince uyanık ve yalnızca yüz milyonda bir kişi şairane ya da ilahi bir yaşam için yeterli derecede uyanmış durumda. Uyanık olmak hayatta olmak anlamına gelir”
"Yeteri kadarsa çoktur" anlayışı amaçlar ve araçları yeniden ele almamızı gerektiriyor.
İnsanın tüm yapılı çevresi bir tür tasarım pratiği sonucu ise, her tasarımcının ortaya koyacağı sonucu hangi amaç için ve hangi amaçlarla yaratacağını düşünmek gibi bir sorumluluğu var.
İnsanlar sonsuzca ister. Tasarımcı kendisine yöneltilen sonsuz istekleri bu amaçlar, araçlar, sonuçlar zincirinde söz konusu soruları sormadan cevaplamaya kalktığı her seferinde tevazu içeren tasarımdan uzaklaşır.
Endüstri ürünleri tasarımında bu tevazuyu çok net biçimde ortaya koyan isim Dieter Rams olmuştur. Daha önceden pek çok kez konu ettiğim Rams’ın felsefesini ve ürün tasarımı yaklaşımını burada açmayacağım; tanımayan ve meraklı okuyucularım zaten araştıracaktır. Rams, bugün Apple ürünleri olmak üzere müzik aletlerinden diğer pek çok elektrikli ev eşyasının tasarımına ilham vermiş, iyi tasarımın kurallarını önümüze koymuş önemli ve tarihi bir isim.
Mimarlıkta da tevazunun yeri büyük. Profesyoneller iyi mimarlığın bağlamdan kopuk olamayacağını, yerel malzemeleri ve üretim tekniklerini yücelten eserlerin iyi mimarlık olduğunu salık verirler. Kuşkusuz mimarlık pratiği böyle birkaç kriteri alt alta sıralayarak “iyi” sıfatına erişemeyeceğimiz kadar kompleks bir pratik.
Vitrivius bir yapının sahip olması gerekli kriterleri, “Firmitas, Utilitas, Venustas” olarak sıralamış. Dayanıklılık, işlevsellik ve güzellik bir yapının en temel özellikleri evet ama yapı söz konusu olduğunda işlevsellik ve özellikle güzellik son derece göreceli kavramlar ve artık maalesef dayanıklılık mimarın uzanabildiği ve söz hakkı olan bir konu pek değil gibi.
Vitrivius’un Sezar’a ithafen ve açıkça siyasi amellerle yazdığı on kitap, mimari tasarımın ve yazımının temellerinden biri kabul edilir. Antik çağlardan bu yana, mimari yapıları, yönlendiren işte burada sözü geçen “güzellik” anlayışı olmuştur. Dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın güzellik ölçütü birbirinden farklı olduğundan, yapılı çevrede bu farklılık kadar çok çeşitli tasarım görmek mümkün.
Kimi toplumlarda ve coğrafyalarda diğerlerine göre daha tevazu sahibi tasarımlar görebiliyorsak bunun kanımca birkaç belirgin sebebi var. Bu sebeplerden biri, o nesnelliğin üretildiği coğrafya ve orada yaşayan toplumun erişebildiği malzemeler ve uygulayabildiği teknikler. Örneğin Afrika çöllerinde karşılaşabileceğiniz köklü bir kabilenin özgün kulübeleri, kendilerine yeten tüm temel ihtiyaçları karşılayan, sahip oldukları toprak, taş, ot gibi malzemeleri içeren yapılar olarak hayranlık uyandırıcıdır.
Modern insan, “çok” lar ile donatılmış yaşamında böyle bir yerde yaşayamaz ama dinlenmek için böylesi bir “az” lığın hayalini kurar. Durup üzerinde düşünelim.
Başka bir örnek, henüz bozulmamış köyler olarak verilebilir. Kendi coğrafyasından çıkan taş ve toprak ile birlikte basitçe işlenen ahşabın ortaya çıkardığı mimari değer, kırsalda devam eden ve modern yaşama göre bir hayli mütevazı olan yaşamın bir yansımasıdır.
Kimi toplumlar bu saflığın ve özgünlüğün değerini bilir ve ortaya koyduğu kurallar ile çeşitli bozulmaların önüne geçer. Bizim coğrafyamızın kuralsızlığı, mevcut kuralların uygulamasına yönelik iradesizliği ve rant düşkünlüğü, söz gelimi bakir bir köy yapısını gelişmemiş, geri kalmış, köhne, eski gibi sıfatlarla küçümserken, dünyanın pek çok bölgesinde, özellikle Avrupa’da toplumsal kurallar o köye tek bir çivi çakmanızı bile sorgular ve aykırı tüm yapısal ihtiyaçları gereksiz bularak engeller.
Kültürel olarak güzelliğin inşası mümkün müdür gibi bir soruyu yanıtlamak gerçekten de çok zor ancak estetik değerlerin eğitimle, gelişen entelektüel yapı ile, görgü ile çok daha olumlu bir yere geldiği kesindir. Bu olumlu yer, gereksiz olan her şeyden arınılan, çokluktan kurtulunan, öze sadık kalınılan, rekabet için farklı arayışlara girilinmeyen bir yer. Anlayış bu olunca, daha saygılı, daha huzurlu, daha doğal ve insancıl bir yaşam ortaya çıkıyor.
Uzak bir coğrafyadan kadın bir mimar, tevazu ve tasarım düşüncemin tam orta yerine oturuyor: Bangaladeşli mimar Marina Tabassum.
Tabassum, Dakka’da tasarladığı Bait Ur Rouf camii ile 2016 yılında Aga Khan ödülünü almıştı. Victoria & Albert Jamaal 5 ödülünü de alan mimarı İngiliz Prospect dergisi küresel pandemi sonrası belirlenen en vizyoner üç isim arasında gösterirken, Time dergisi 2024 yılındaki en etkili 100 isim arasında konumladı. Tabassum’u dünya sahnesinde bu biçimde ortaya çıkaran en önemli özelliği bana göre onun tevazu içeren tasarım yaklaşımı.
Başkent Dakka'nın kuzeydoğusundaki popüler bir mahallede (Faidabad Transmitter Link Road) yer alan ve Lal Mescidi olarak da bilinen Bait Ur Rouf Camii 2012 yılında tamamlanmış. Mahalle sakinleri için bir ibadet merkezi olmanın yanı sıra bir topluluk alanı, bir okul, buluşma yeri ve oyun alanı olarak da işlev görüyor.
Projenin arazisi Tabassum'un büyükannesi Sufia Khatun ölünce 2006 yılında onun tarafından bağışlanmış; cami bu arazide altı yıl boyunca, büyük ölçüde mahalle sakinleri tarafından toplanan mütevazı bir bütçeyle inşa edilmiş.
Tabassum, dünyanın en prestijli ödüllerinden birine laşık görülen bu tasarımında "sonsuz alanı ve büyülü ışığıyla" İspanya'daki 8. yüzyıldan kalma Kurtuba Ulu Camii, İstanbul'daki 6. yüzyıldan kalma Ayasofya bazilikası ve Hz. Muhammed 'in evinden esinlenen en eski cami türü olan hipostil cami gibi ruhani yapıların mirasından yararlandığını anlatıyor.
Mimar aynı zamanda, Bengal cami mimarisinin 14. ila 16. yüzyıllarda yaşanan 'altın çağının' özünü yakalayan mimari dili çağrıştırmak ve aynı zamanda yaratıcı bir çağdaş ifade sunmak istemiş. Bu nedenle kubbe, minare ya da mihrap gibi sembolik unsurlara yer vermemeye, bunun yerine maneviyat duygusuna odaklanmaya yönelik bilinçli tercihlerde bulunmuş.
Geleneksel yöntemler kullanılarak delikli pişmiş toprak tuğlalarla inşa edilen cami, gözenekli tuğla duvarlar sayesinde 'nefes alıyor', böylece yaz aylarında bile ibadet salonu havalandırılıyor ve serinliyor. İbadet salonunun delikli çatısından içeri süzülen doğal ışık, yeterli gün ışığının içeri girmesini sağlıyor. Güneş ışığı aynı zamanda, ibadet salonunun duvarındaki büyük bir açıklıktan görülebilen silindirik tuğla duvardaki dikey bir yarıkla belirlenen kıbleyi işaretlemek için de kullanılıyor. Gün boyunca değişen doğal gün ışığı varyasyonları ile ışık ve gölgenin karşılıklı etkileşimi, Tabassum'un "burası ile sonsuzluk, bugün ile ebediyet arasındaki mesafeyi kapsayabilen ışık yoluyla maneviyat" atmosferini iletme arzusunu da karşılamış. Tabassum bu yapının ziyaretçinin "içine bakmasına" olanak tanıyarak "derinizin altına girebilecek" fiziksel hisler uyandıran bir yer olduğunu belirtiyor.
Tabassum’un bu yaklaşımını taşıyan diğer bir camii yapısı, ülkemizin önemli ve öncü mimarlarından biri olan Emre Arolat’ın EAA isimli ofisinin imzasını taşıyor. 2013 yılında İstanbul’un Büyükçekmece semtinde hizmete açılan Sancaklar camii, açılışından itibaren büyük yankı uyandırdı, yurtdışından sayısı bir hayli fazla takdir ve ödül topladı. Bir tarafında otobanlar diğer tarafında yüksek sitelerle bilinen bu semtte, yerin altına gömülmüş, bulunduğu coğrafyaya sığınmış büyüleyici bir yapı olan bu ibadet yeri, Tabassum ile benzer kaygılar doğrultusunda tasarlanmış. Işığın maneviyatla ilişkisi, mimari detaylardaki steril yaklaşım, geleneksel olarak camii mimarisinde görebileceğiniz hemen hiçbir öğenin yer almayışı bu kaygılardan en belirginleri.
Her iki yapı da, ve burada bahsetmediğim tüm benzerleri de, aslında çok daha önemli bir noktaya vurgu yapıyor: Yapının tasarımında kaybedilen öz, başka bir deyişle özgün ve asıl olma hali. Bu iki yapı tasarımında Arolat’ın ve Tabassum’un daha önemli bir vurgusu da hakim: Tasarımı yapılan bu yapıların temsil ettikleri din olan İslamiyet aslında diğer dinlerden farklı olarak, yeteri kadar ile yetinmeyi, tevazuyu ve gösterişsizliği ilke edinmiş bir inanç sistemi iken, ilgili tasarımlar insanların elinde çağlar boyunca bu ana amacı yansıtmayan birer ifadeye ve araca dönüşmüşlerken, her iki mimar da yapının tasarımını, eğer deyim yerindeyse fabrika ayarlarına geri döndürüyor.
Tabassum’un tevazu sahibi mimari yaklaşımı, onun sellerle bir arada yaşayan Bangladeşliler için geliştirdiği Khudi Bari isimli konutlarda da ortaya çıkıyor. Küçük ev anlamına gelen bu gerçekten de küçük yapılar, azgın sularla örülü coğrafyada insanların yeteri kadar güvenli yaşamlar sürmelerine yönelik olarak tasarlanmış örnek yapılar. Sürekli yükselen su seviyesi ve uğradığı kasırga felaketleri ile Bangladeş yer yüzünün belki de iklim değişiminden etkilenen en kırılgan coğrafyası. Buradaki insanlar bir gecede her şeylerini kaybediyorlar ve bu o kadar sık yaşanıyor ki, yaşam biçiminin de yerinin de buna göre yeniden ele alınması gerekiyor. Tabassum tam da bu yeniden düşünce ile Khudi Bari’leri tasarlarken, katlanabilir, modüler ve mobil olmaları gerektiğinden yola çıkmış.
Tıpkı Dakka’da tasarladığı Bait Ur Rouf camiinin kırmızı tuğlaları gibi bu iki katlı konutlar da yerel malzemelerle inşa ediliyor. Bambu malzemenin çelik bağlantı elemanlar ile birleşiminden oluşan bu iki katlı yapıların alt katı erzak depolamak, topluca yemek yemek gibi güncel işlevler için alan sağlarken, ev sakinleri uyumak için oldukça yükseğe konumlanan ve böylece güvenli hale gelen üst kata çıkıyorlar.
Tabassum bu yapıları inşa etmek için kendi mimarlık şirketinin altında kâr amacı gütmeyen FACE- Foundation for Architecture, Community, Equity isimli bir vakıf kurmuş. Bu kuruluş mülteciler gibi dışlanmış göçebe insanlar için barınma hakkı sağlayan girişimlerde bulunuyor. Kendi ailesi de Hindistan’dan göç etmek zorunda kalan Marina’nın çocukluk deneyiminin çok büyük bir kısmı bu göçmen psikolojisinde geçmiş. Khudi Bari’lerin ilk 100 adedinin inşası için İsviçre’nin Bangladeş elçiliği bir fon sağlamış ve bu proje böylece hayata geçirilebilmiş.
Mimar FACE çatısı altında sadece bu küçük, işlevsel yapıları da tasarlamıyor. Bangladeş’in Myanmar sınırında yer alan Cox Bazaar bölgesinde kamplarda yaşayan yaklaşık bir milyon Rohingya mültecisi için de aynı tevazu içerisinde sosyal tesisler tasarlamış.
Bu mütevazı mimar “iyi mimarlığın herkesin hakkı“ olduğunu savunuyor.