Beyin göçünün iki türlüsü var. Birincisi beynin fiziken olmasa da işlevsel olarak bedenden göçmesi. Onun örneklerini çokça görüyoruz televizyon ekranlarında.… Karadeniz patlayabilir diyenleri de var, kuşların göç yoluna havaalanı yapılınca “kuşların da artık oradan uçmamaları gerektiğini anlamaları lazım” diyeni de. Bunların bazıları üniversitelerde doçent, profesör olarak çalışıp adı araştırma şirketi olan propagandist örgütlere bol akçeli raporlar yazıyor. Sözlerinin itibar görmesi, şartlar ne olursa olsun en uygun tavrı alarak o koltukta oturmaya devam edebilmelerinden, yani bir yere gitmemelerinden. Anlayacağınız asla göçmüyorlar.
Bir de doğup büyüdükleri ülkeyi terk edip uzaklara gitmekten başka çarelerinin kalmadığını düşünenler var. Kalmak için bir sebepleri olmadığından değil, çoğu zaman artık burada bir yaşam kuramayacaklarını, çocuklarını yetiştiremeyeceklerini, işlerini hakkıyla yapamayacaklarını anladıklarından giden insanlar bunlar. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2018 yılında Türkiye’den yurt dışına giden TC vatandaşlarının sayısı 136 bin 740’a ulaşmış. Bir önceki yıla göre yaklaşık yüzde 20’lik bir artış demek oluyor bu. Gidenlerin çoğu 20-34 yaş aralığındaki gençler. 2017’de üniversite okumaya, yüksek lisans, doktora yapmaya gidenlerin sayısı 50 bini aşmıştı. 2019’da bu sayının çok daha fazla olduğunu tahmin etmek zor değil. Dahası, çokça aile elde avuçta ne varsa satıp çocuklarını lisede okumak için bile yurt dışına gönderiyor. Bu konuda epeyce haber yapıldı. Konuyu farklı yönleriyle ele alan Bengü Babaeker Şap’ın haberini buraya bırakıyorum.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) eski başkanı Ali Demir hakkında hazırladığı iddianame, insanların oturdukları evi satıp 14-15 yaşlarındaki çocuklarını başka bir ülkede okumaya göndermelerini neden “şımarıklık” olarak değerlendiremeyeceğimizi apaçık gösteriyor bize. Her ne iş yapıyorsa doğru düzgün yapan, başarılı olabilmek için gece gündüz çabalayan, kendi ayakları üzerinde durabilen çocuklar yetiştirmek için varını yoğunu ortaya koyan aileler, Türkiye’de çocuklarını bekleyen bir geleceğin olmadığını pek tabii biliyorlardı. O aileler, çocuklarını ya İmam Hatip’e dönüştürülen ya da nitelikli eğitim verme imkanları tümüyle budanarak imamhatipleştirilen devlet okullarına göndermemek için dişlerinden tırnaklarından artırdıklarıyla ne kadar nitelikli olduğu yine de şüpheli olan özel okullarda okutmak zorunda kalıyordu. Bu da yetmiyor, çocukları tek bir yanlışın bile sıralamada büyük farklara yol açtığı son derece rekabetçi bir sistem üzerine kurulu olan üniversiteye giriş sınavında başarılı olabilsin diye özel dershanelere, hocalara paralar döküyorlardı. Hayatlarının en tasasız olması gereken yıllarını günler ve geceler boyu sınava hazırlanarak geçiren, hatta okula bile gitmeden, devamsızlık ederek sınava hazırlanmaktan başka hiçbir şey yapmayan, adeta yaşamayan gençlerin onca çabasının dinbaz bir çetenin elinde nasıl heba edildiğini şimdi herkes biliyor, görüyor. Sınavdan önce soruları kopyalayarak adrese teslim edenlerin bunları suyun başını tutanlardan, ne istedilerse verdik diyenlerden habersiz yaptığını düşünmemiz bekleniyor şimdi. Üstelik yalnızca üniversiteye girişte değil, kamuda bir işe girmek, tıpta uzmanlık eğitimi, lisansüstü eğitime giriş gibi pek çok sınavın sorularının aynı yöntemlerle belli adreslere servis edilebilmiş olması, bundan sonra aynı hizmetin başka adreslere de verilmeyeceğine dair hiçbir güvence sunmazken.
Dahası, bu ailelerin soruları önceden alarak sınavlara girenlerle yarışan çocuklarının, bir şekilde üniversiteye girmiş olsalar bile alacakları eğitimin niteliği konusundaki endişeleri de haksız değil. OHAL’in üniversitelere ne yaptığına dair İnsan Hakları Okulu tarafından geçtiğimiz ay yayınlanan iki rapor, bize özgür düşünce ve eleştirel bilgi üretebilme yeteneğinin nasıl kökünden budandığını gösteriyor. Öyle ki, nitelik yerine mutlak itaatin ve körü körüne sadakatin başlıca yükselme kriteri haline geldiği üniversitelerde hâlâ işlerini yapmaya çalışan akademisyenler yoğun bir baskı yaşıyorlar. Yurt dışındaki üniversitelerden kabul alan çok sayıda akademisyen çoktan Hollanda, Almanya, Amerika, Kanada gibi ülkelere yerleşmiş durumda. Yargı reformu paketiyle yapılan düzenlemenin ardından pasaportlarının üzerindeki tahdidin kaldırılmasını bekleyen çok sayıda barış akademisyeninin de yakın zamanda yurt dışındaki üniversitelerde çalışmaya başlayacaklarını tahmin etmek zor değil. Şu ana kadar yurt dışına çıkma imkânı bulamayan çok sayıda genç ise, ilk fırsatta okumak ya da çalışmak için başka bir ülkeye gitme hayali kuruyor. Sadece daha iyi bir iş için, daha refah bir yaşam için değil, düşüncelerini özgürce ifade edebilmek, baskı görmeksizin ve korkmadan yaşayabilmek için de.
İktidardakilere gelince, her ne kadar zaman zaman beyin göçünü tersine döndürmekten, yurt dışından Türkiye’ye çalışmaya gelsinler diye üniversite hocalarına teşvik ikramiyeleri vermekten söz ediyor olsalar da, yönetmekten memnun oldukları kitlenin eleştiren, sorgulayan, kendileri ve gelecekteki kuşaklar için daha iyisini isteyenlerden oluşmadığını pek tabii biliyoruz. Onlara Türkiye’nin bir Afro-Avrasya ülkesi olduğuna, Libya’yla (elbette denizden!) sınır komşusu olduğuna, Suriye’ye olduğu gibi Libya’ya da barışı sağlamak için asker gönderdiğine inanan, inanmasa da inanmış gibi yapan kalabalıklar gerekiyor. Bu kalabalıkların Türkiye’nin ne kadar büyük bir ülke olduğuna, ekonominin ne kadar iyiye gittiğine, artık kadınlar başörtüsü takabildikleri için özgürlüklerin sınırsız yaşandığına, hapiste olan gazetecilerin, siyasetçilerin ve hak savunucularının terörist olduğuna inanıyormuş gibi yapmaları da bekleniyor. Ayrıca Kanal İstanbul’u bir “beka meselesi” olarak görmeleri, Almanların ve bilumum dış mihrakların Türkiye’yi, Türkiye’nin yerli arabasını, devasa havaalanını, yollarını ve köprülerini kıskandığına inanmaları ve kamu kaynaklarının gözlerinin içine baka baka israf edilmesini itibardan saymaları da isteniyor. Bütün bunlara inanmayanların ise seslerini çıkarmadan bir köşede oturmaları, mümkünse görünmez olmaları ve hatta ilk fırsatta ülkeyi terk edip gitmeleri bekleniyor. Böylece, var kalmak için ihtiyaç duydukları vasatın mümkün olan tek seçenek haline geldiği, yalnızca 2023’te değil, 2053 ve 2071’de de hüküm sürerek bir nevi ölümsüzlük kazanacakları hayalini gerçekleştireceklerini düşünüyorlar.
İşte size tası tarağı toplayıp gitmemek için gerçek bir sebep…