Taşlar ülkesine bozuk minibüsle yolculuk
Oryantalist 'kaşif' ya da tipik turist kalıplarından tam anlamıyla çıkmak kolay değil. Dolayısıyla bambaşka bir diyar yok, denizler aşılmış, kiliseler, camiler, müzeler gezilmiş, en güzel lokantalarda yemekler yenilmiş, konumlar paylaşılmış... Gerçek keşifse sadece hepimizin anılarında ve eşsiz izlenimlerinde yatıyor.
TİFLİS/ERİVAN - Kabul edelim, gidilecek her ülkeye gidildi, 'ne yenir' ya da 'gece hayatı' gibi alt başlıklar popüler sitelerde yer aldı, altına da Instagram'da parlatılmış bol bol fotoğraflar dizildi, bir güzel eğlenildi. Anlayacağınız eskilerde olduğu gibi 'romantik bir yolculuk' ne yazık ki pek kolay bir iş değil. Bu turizm anlayışına direnmek istiyorsanız seçeneksiz değilsiniz. Eski gezi-izlenim yazıları size yardımcı olacaktır. Ben de bundan yola çıkarak bir süre önce edindiğim Vasili Grossman'ın 'Taşlar Ülkesine Yolculuk' (Aras Yayınları) kitabını yanıma alıp Tiflis'ten Erivan'a doğru yol aldım.
Yalnız ortamda hiç de 'romantik bir atmosfer' olmadığını belirtmek gerekiyor. 'Kitap', 'yolculuk' gibi kelimeler size Doğu Ekspresi egzotikliği çağrıştırmasın sakın. Küçük mü küçük, her sıraya üç kişiyi sığdırmak için her yolun denendiği bir minibüsteyim. Yanımda oturan yol arkadaşım elli yaşlarında, oldukça cüsseli bir Gürcü. O kadar büyük bir insan ki araçtan inerken kapıya sığmakta hep zorlanıyor, ayağa kalkmadan inmek istiyor ama her denemesinde başarısız olup küfürler savuruyor. Araçtaki diğer herkes gibi o da tek kelime İngilizce bilmiyor. Yeni konuşmaya başlayan bir çocuğunki kadar Rusça kelime dağarcığına sahip olan ben, bu dev elli Gürcü'nün konuşmalarından sadece, 'Erivan'ın küçük ama güzel olduğunu, Tiflis'inse hem büyük hem de daha güzel olduğunu' anlıyorum. Bir de neden Erivan'a gittiğini tüm dil kurallarını hiçe sayarak sorduğumda kızından bahsediyor anladığım kadarıyla.
ÜÇ KASA LİMON... İKİ DEFNE DEMETİ...
Araçtaki başrol karakteriyse şüphesiz ön koltukta oturan kırk yaşlarındaki Ermeni kadın. Otobüsün bir buçuk saat geç kalkmasını kendisine borçluyuz. Öyle ki terminale kasalarca yükle giriş yapıyor ve hepsini şaşırılacak şekilde otobüse yerleştiriyor: 3 kasa limon, 2 defne dalı demeti, 1 çuval ceviz ve içinde ne olduğunu anlayamadığım onlarca büyük poşet. Bu küçük arabanın da bir sınırı var tabii, bagaj kadının inadına pes ediyor. Tam bu sırada ayağımın altına yavaşça bir poşet ceviz yerleştiriliyor. Herkesin oturduğu yerin altında birer poşet ceviz var şimdi. Altı saat boyunca birbirimize bu kadar yakın oturduğumuz yetmezmiş gibi ayaklarımızın hareket kabiliyetiyle de vedalaşıyoruz. Dileyen internetten 'şikayet var' desin, biletinizi aldığınız yer bulaşıkların dağ gibi biriktiği, şoförlerin içeride 'kestirdiği' bir döküntü karavansa seyahatin tüm inisiyatiflerini bu beylere bırakmış oluyorsunuz. Gürcü amca bir yandan homurdanıyor bir yandan bana kekinden ikram ediyor. Daha sonra Ermeni kadının büyük bir turşu kovasını bir yerlere yerleştirmeye çalışırken aralarında tartışma yaşanıyor. Zaten herkes inceden tartışıyor gibi geliyor otogarda. Velhasıl yol başlıyor...
Bakü'den Tiflis'e gelirken Gürcistan'ı bol bol izleme fırsatım olduğu için sınıra kadar kitaba gömülüyorum. Eski Kızıl Ordu gazetecisi Grossman çeviri için uzun bir dönem Ermenistan'da bulunmuş. Köylerinden başkentine pek çok yeri gezme fırsatı bulan ve bir Yahudi olan Grossman, gazeteciliğinden çok aslında edebi kişiliğiyle ön plana çıktığı için keyifle okunuyor. Sadece Ermenistan'ı gezecekler için değil, bu coğrafyanın insanlarını tanımak için harika bir kitap.
Kitaptaki seyahat sınır kapısında sona eriyor. Pasaportuma damgayı basacak polis, “Neden Azerbaycan'a gittin?” gibi sorularla sohbet açıyor. Ardından güleryüzlü bir şekilde ve Türkçe olarak 'hoşgeldin' diyor. Şimdi yolculuğun ikinci bölümü başlıyor. Erivan yolu boyunca, benzer bir rotadan on yıllar önce, 1962'de ilerlemiş olan Grossman'ın betimlemelerinin ne kadar başarılı olduğunu düşünmemek elde değil. Şöyle diyor kitapta: “Sabahleyin, trende, Ermenistan'dan ilk izlenimler: yeşilimsi gri kayalar. Dağ gibi bir kütle halinde değil, dağınık döküntüler, taş tarlası. Sanki bir dağ ölmüş de iskeleti toprağa dağılmış gibi. Zaman dağı yaşlandırmış, öldürmüş ve dağın kemikleri işte burada uzanıyor. (..) Alçak, düz çatılı, kocaman gri taştan yapılmış dikdörtgen evlerle dolu Ermeni köyleri; yeşillik yok, evlerin etrafı ağaç ve çiçekler yerine gri taş parçalarıyla çevrili. Evler insan eliyle yapılmışa benzemiyor. Bazen gri bir taş canlanıp hareket ediyor. Bunlar koyun. Koyunları da taşlar doğurmuş olmalı, muhtemelen taş kırıntıları yiyip taş tozu içiyorlar.”
Sınırı geçtikten sonra sanki Tolkien'in yarattığı Moria kentine girmiş gibi etraftaki taşlar dikkatimi çekmeye başlıyor. Eh, kitabı yeni okumuş olmanın da payı yok değil. Küçük köylerdeki mezarlıkları uzaktan taşlarla örtülü dağdan ayırmak oldukça güç. Yapımında tuğla gibi kesilmiş taşların kullanıldığı evlere, bundan haklı bir gurur duyarmış gibi sıva yapılmamış, çırılçıplak duruyor. Ayaklarımın altındaki cevizler, oldukça yüksek bir sesle, yolun başından beri telefonda konuşan Ermeni kadın ya da horlayarak uyuyan Gürcü amca o sırada pek dikkatimi dağıtmıyor. Yolda küçük bir zaman yolculuğu fırsatı yakaladığımı düşünerek, hevesle etrafı seyrederken araba hiçbir şeyin olmadığı bir noktada yavaşlıyor ve duruyor. O ana kadar sessizliğini koruyan şoförün inip kaportayı açması ve ettiği küfürler, aklımdaki tüm düşünceleri de Grossman'ın betimlemelerini de unutturuyor. Çünkü araç Azerbaycan sınırına sıfır bir noktada ilerlerken arıza yapıyor...
DAYANIŞMA ÇEMBERİNE KABUL...
Otobüsteki herkes motora bakarak kavga edermiş gibi sorunu çözmeye çalışıyor. Ermeni teyze durmadan konuşuyor, kendi kendine, şoförle ya da önüne gelen herhangi biriyle. Gürcü amca yine aynı kapıdan çıkış hatasını yaparak küfürle araçtan inip soruna el atmaya çalışıyor. Bir saatimizi ıssız bir noktada geçirdikten sonra dura kalka bir köye varıyoruz. Yedi kişinin sığabildiği bu araç taşıdığı yüke dağda isyan ediyor ve motora su koyulduğu halde bir yere kadar ilerleyebiliyor. Ancak sorun sürekli tekrar ediyor. Arabadaki sular bitince, dördüncü ya da beşinci duruşumuzda daha da uzun bir tamir arası veriyoruz. Gürcü amca elindeki boruyu bıçakla kesiyor, Ermeni kadın bir yerlerden bulduğu teli şoföre veriyor. Beraberce sorunu çözmeye çalışıyorlar. Derken yol arkadaşım beni yanına çağırıp, “Koş git bakalım şuradaki köye de doldur şu su şişelerini” gibi bir şeyler söylüyor Rusça. En azından bana verdiği şişelerden ve gösterdiği köyden anladığım bu. Bu dayanışma çemberine beni de kabul etmelerinden hoşnut bir şekilde oldukça küçük köye doğru ilerliyorum. Kasketli ve çizmeleriyle yolun kenarındaki bir amcaya şişeleri gösterince anlaşıyoruz, suları doldurup gururla kader ortaklarımın yanına geliyorum.
Aynı sahneler tekrarlanmaya devam ederken normal şartlarda 5 saatte bitmesi gereken yolculuğun onuncu saatine giriyoruz. Hava kararıyor, karınlar acıkıyor. Durduğumuz köy yine çok küçük, en fazla otuz haneli. Kendi gibi mütevazı bakkalına yol alırken, yerleşimin en yüksek yerinde koskocaman bir İkinci Dünya Savaşı anıtı ziyaretçilere güçlü bir selam veriyor. Kızıl Ordu'da yaşamını yitiren köylü Sovyet askeri için yapılmış anıtı geçip bakkala ilerliyorum. Küçücük bir köyden bile verilen kayıpları simgeleyen heykel, kendisini görenlere, oldukça basit bir şekilde savaşın büyüklüğünü anlatıyor. Bunları düşünerek bakkala giriyorum. İçerideki tüm gözler üzerimde, uzun uzun inceleniyorum. Bu bakışlar altında gerilime dayanamayıp elime geçen ilk krakeri alıp bakkala ücretini veriyorum. Bakkal parayı alırken dahi benimle göz temasını kesmiyor. Herhalde dünyanın ziyaretçiye alışık olmayan tüm köylerinde aynı bakışı bulmak mümkün.
Dağları geride bıraktıkça artık araç daha az bizden su istemeye başlıyor. Ve Sevan Gölü'ne ulaştıktan sonra artık durmamıza gerek kalmıyor. Gecenin bir yarısında kendimizi Tiflis'te buluyoruz. Herkes vedalaşıyor: Ermeni kadın telefonda konuşarak kendisinin 3-4 katı büyüklükteki yüklerinin başında bekliyor, Gürcü amca söylene söylene uzaklaşıyor, şoför hâlâ çevresindekileri umursamadan kendi durumuna üzülerek sigarasını içiyor. Başladığımız gibi yolumuzu sonlandırıyoruz.
İnsan yabancı bir yere gittiği vakit, hele ki bu yer yurtdışındaysa ilk izlenimleri eşsizdir. Grossman hepimizin hissettiği bu önemli saatleri şöyle anlatıyor: “Yabancı bir şehrin sokağındaki ilk dakikalar özel anlardır. Daha sonraki aylarda ya da yıllarda meydana gelen şeyler bu dakikaların yerini asla alamaz. Bu anlar nükleer enerjinin görsel bir karşılığıyla, bir çeşit nükleer bir dikkatle doludur. İnsan güçlü bir keskinlikle, her yeri saran bir coşkuyla tüm evleri, ağaçları, yoldan geçenlerin yüzlerini, işaretleri, meydanları, kokuları, tozu, gökyüzünün rengini, köpeklerin ve kedilerin dış görünüşlerini içine çeker, özümser ve emer. Bu anlarda insan kadir-i mutlak bir tanrı gibi yeni bir dünya yaratır (...). ”
Oryantalist 'kaşif' ya da tipik turist kalıplarından tam anlamıyla çıkmak kolay değil. Hele ki çağımızın birey üzerindeki türlü türlü kuşatması altında. Dolayısıyla bambaşka bir diyar yok, denizler aşılmış, kiliseler, camiler, müzeler gezilmiş, en güzel lokantalarda yemekler yenilmiş, konumlar paylaşılmış... Gerçek keşifse sadece hepimizin anılarında ve eşsiz izlenimlerinde yatıyor. Dünyadaki insan sayısı kadar çok ihtimal tesadüflerle de süslenince ortaya eşsiz ülkeler, şehirler çıkıyor. Ben romantik bir yolculuk yapmadım. Tek bildiğim, şimdilik bu ülkeye dair izlenimimin, bu minibüsle taşlar arasında bir yerde kalacak olduğu.