Güncel politika üzerine düşünenler arasında genel olarak kabul gören tez, son bir iki aydır toplumun sinir uçlarına dokunan barolar düzenlemesi, İstanbul Sözleşmesi, Ayasofya, kılıçlı hutbe, halifelik gibi çıkışların esasen bir “gündem çarpıtma” değil, tam da “iktidarın gerçek gündemi” olduğunu dile getiriyor. Şu günlerde ortalığı karıştırmakta olan ABD'de Demokrat Parti başkan adayı Joe Biden'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilişkin aylar önce söylediği sözler de “iktidarın gerçek gündemi”ne (“beka” meselesi bağlamında) mükemmel bir uyum gösterdi.
Olan bitene siyasetin sosyoloji boyutundan bakıldığında, “iktidarın gerçek gündemi” denilen şeyin aslında Karl Marx’ın “taşlaşma” mecazıyla tanımladığı toplumsal ilişkilerdeki bir biçime fazlasıyla benzediği söylenebilir. Taşlaşmış ilişkiler, sistemin artık yönetilemez, sürdürülemez olduğu bir durumu ifade eder. İstanbul Sözleşmesi, mesela, bunun bariz bir örneğidir; Erdoğan, bir tarafta kadın, genç, eğitimli dindar seçmen, diğer tarafta geleneksel İslamcı çekirdek olduğu için bu meseleyi çözemiyor, çözemediği için de zamana yayıyor. Benzer şekilde Ayasofya da, halifelik de, Biden’ın sözleri de Erdoğan’ı sıkıştıran (bazen yerel bazen küresel olabilen) taraflar nedeniyle yönetilemez şeyler haline geliyor.
Taşlaşma, olmuş olanın kendi zamanını tükettiği fakat mümkün olanın henüz belirginleşmediği bir durumu ifade eder. Ama adının çağrıştırdığının aksine mutlak değildir, nihayetinde tarihsel bir uğrak’tır, geçici bir toplumsal an’dır. Dolayısıyla, mümkün olandan esirgenmeyecek bir siyasal işçilik, bugünkü taşlaşmadan harikulade yeni biçimler çıkartabilir. Toplumsal dünya biçim verilemeyecek bir malzeme sunmaz zaten; malzeme, nesnenin alabileceği biçimi en baştan ima eder. Taşlaşmış iktidarımızın da alacağı bir biçim var mutlaka.
Ne var ki, “Bunlar gitmez”ciler ile “Elleşmeyin, kendiliğinden gider”ciler olarak ikiye bölünmüş muhalefet, taşlaşmayı değiştirilemez, mutlak bir form olarak kabul etmiş görünüyor. Biden’ın sözlerine o cepheden verilen tepkiler bir kez daha bunun böyle olduğunu anlamamızı sağladı; muhalefetin iki bölüğü de o sözlerde kendi tezlerini güçlendiren farklı kanıtlar bulabildiler.
Peki, taşlaşma nasıl bir biçim ima ediyor? İktidarın oy değil güç ve otorite devşirdiği tezini doğrulayan güncel siyasetin akılcı gözlemi ve sahadan sürekli taze veri sunan anketler bunun cevabını açıkça veriyor aslında: AKP iktidarına toplum onay vermiyor, katlanıyor. Cevap bu. Son Rize ziyaretinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “Oğlumun ismini Tayyip verdim. Üç tane istedin, üç tane yaptım. Eşim felç geçirdi ne olur bana yardım et” diye seslen vatandaş, katlanan bir toplumun apansız temsilcisiydi.
Toplum çaresizce katlanıyor. Taşlaşmayı mutlak bir durummuş gibi algılatan bir sebep de budur zaten. Ne politik muhalefet ne de sayfa sayfa yapılan eleştirel analizler çaresiz olmadığına ikna edemiyor toplumu. Ama dediğimiz gibi, mutlak bir durum değil bu.
Uzun süre sabırla katlanılmış bir düzen, çökme imkânı insanların bilincine düşer düşmez artık katlanılmaz hale gelir. Gücünün zirvesindeki hiçbir siyasal otorite, çöküşünün arifesindeki kadar tahammül edilemez olmamıştır. Tarih ve sosyoloji böyle söylüyor.
Türkiye’nin güncel siyasetine de Tarihsel Sosyolojiye Giriş dersinin bu bilgisiyle bakmakta fayda var. İktidarın bugünkü biçiminin sabırla katlanılan bir biçim oluşu, gelecekte alabileceği biçimi yeterince ima ediyor. Bugün çaresizce katlanan toplum, katlandığı şeyin çöküş emarelerini gördüğünde artık ona tahammül göstermeyecektir.
Fakat bu dersin iktidarlara, düzenlere, otoritelere ilişkin neyin bilgisini verdiğine iyi dikkat edelim: Tahammül gösterilmediği için çökmüyor, çökmekte olduğu için tahammül gösterilmiyor.
O halde soru şu: Siyasal iktidar, toplum artık kendisine katlanmayı gerektirmeyecek bir çare bulduğunda mı değişecek, yoksa, siyasal iktidarın değişme ümidi hasıl olduğunda mı toplum bir çare olarak ona katlanmaktan vazgeçecek?
Toplumsal durumdaki değişimin ne şekilde olacağını önceden tam olarak bilemeyiz. Toplumu politik muhalefetin çağrısı ya da entelektüelin eleştirel analizleri değil de çaresizlikten gelen mecburiyet harekete geçirecek belki de. O zaman politikacıların ve entelektüellerin “Sayemizde!” demeleri pek de isabetli bir tahmin olmayabilir.
Düşüncenin düz doğrusal işleyişinde bir ilke vardır: Post hoc, ergo propter hoc. “Bundan sonra, öyleyse bu yüzden” demeye gelen, mantıkta yanlış bir çıkarım. Yanlış olduğu için her zaman işlemek zorunda da olmayan bir çıkarımdır bu. Toplum söz konusu olduğunda ise neredeyse hiçbir zaman işlemek zorunda kalmaz. Çünkü toplumsal değişimde düz mantık işlemez. Onunki daha karmaşıktır. Diyalektiğin gösterdiği gibi, sebep-sonuç ilişkisinin mantıksal kurgusundaki sonuç pek âlâ sebep olabilir, ve aynı şekilde, sebep diye kodlanmış olan da pek âlâ sonuç olabilir. Bir önkoşul, hem ortaya çıkacak olana yardımcı olur, yani oluş sürecini başlatır, hem de süreç sonunda ortaya çıkan şeyin bir parçası olur.
Konumuz açısından meseleyi şöyle ifade edebiliriz: Toplumsal durum, toplumun önündeki seçeneklerin yenilenmesiyle değişir. Ve toplumun önündeki seçenekler de toplumsal durumun değişmesiyle yenilenir.
“Giritli bir filozof…” diye başlayan o ünlü dilemmalardan biri gibi, değil mi?