Babalara atfedilen değer, baba hikayesinin aynı zamanda “travma” hikayesi olmasını kaçınılmaz kılıyor. Öte yandan daima ve ne yaparsa yapsın “en korkuncu olmadıkça” affetmeye, onaylamaya çok gönüllü olunan baba imgesi hikayelere damgasını vuruyor.
Taşra sıkıntısı, büyük şehir- taşra ikiliği günümüz Türkiye sineması ve edebiyatının önemli bir damarını oluşturuyor. Taşra sıkıntısı olduğu gibi bir “taşra öyküsü sıkıntısı” da var hatta. Benzer biçimde son yıllarda baba temalı öykülerin de sıktığı, yorduğu, tekrara düştüğü sıkça söylenir oldu. Bunlar bizde bir türlü yerleşmeyen “konu, öykü-öyküleme, öykü-söylem” ayrımlarına götürüyor insanı.
Konu dediğimiz şey epey geneldir. Sosyal medya mesela, konuların hepimizi ilgilendirmesi ve her konudan herkesin bahsedebilmesi üzerine kurulu. Kendi içinde anlamlı bir başlangıç ve son içeren öyküler de kimsenin tekelinde değildir. Bir öykü çeşitli yollardan anlatılabilir; roman, tiyatro oyunu, film yapılabilir. Aynı öykünün filmi onlarca kez yeniden de yapılabilir. Bunların hepsi ideal olarak farklı bakış açıları içerir ve aynı öyküyü çok başka noktalardan “hikâye eder”, öyküler.
Tanımları çeşitliyse de merkez her konuda İstanbul kabul edildiğine ve İstanbul’da yaşayanların da çoğunluğunun bir ayağı türlü bağlar nedeniyle esasen “dışarıda” olduğuna göre, taşra dediğin, Türkiye… Edebiyatın ve sinemanın taşra öykülerini içermesi kaçınılmaz. “Baba” meselesi de her açıdan temel meselelerden biri olmayı sürdürüyor. Bu tür hikayelerden sıkıldığımızı söylerken aslında belirli bir bakış ve hikâye etme biçiminden sıkıldığımızı söylüyoruz... Taşra öykülerinden çok, taşra insanına ve taşrada insana, kadına, erkeğe, ilişki ve iktidar örüntülerine dair hâkim anlatıyı yerinden pek kıpırdatmayan öykülerden sıkıldığımızı söylemek yanlış olmaz. Baba öykülerine hâkim olan, babanın hem bıçak hem yara üstüne de merhem olduğu, her yolun babalara çıktığı, baba mahkûmu döngüden de aynı biçimde biraz sıkıldık.
Berkun Oya Netflix’te yayınlanan mini dizisi “Bir Başkadır”la, haftalar hatta aylar boyunca sürecek, coşkulu bir tartışma ortamı başlatmıştı iki yıl önce bu zamanlar. Yine Netflix’te yayınlanan son filmi “Cici”, politik ve toplumsal göndermeler bakımından o denli cazip tartışma imkânları içermese de sevenlerin yere göğe sığdıramadığı, sevmeyenlerinse “gömmeye” doyamadığı yapımlara imza atmaktaki becerisini teyit etmiş oldu. Film, bu taşra ve baba meselesinin yanı sıra “geçmiş şimdi olduğunda” biçiminde özetlenebilecek alt temasıyla son zamanların favori bir diğer meselesi travmalar üzerine de çokça konuşmanın önünü açtı.
Bir yönetmen ve/veya yazarın olumlu ve olumsuz pek çok duyguyu harekete geçirmekteki gücü, çoğunlukla hikâye anlatma becerisiyle paralel oluyor. Hikâye ve karakterlerdeki duygu desenleri, travmalar ve çatışmalarla toplumsal arızaları buluşturmak konusunda çok başarılı Berkun Oya da. The Walkabouts’un çok sevdiğim “Lazarus Heart” şarkısının şu dizesi onun hikayelerine ve karakterlerine yakışıyor: “Yaraların elbisemle uyuştu.”
Almanya’dan Türkiye’ye ve sonra köyden kente göçen bir ailenin yaklaşık otuz yıllık tarihi aracılığıyla hafıza, kayıp, travma, bağlar, anne kız ve baba oğul ilişkileri, yüzleşme, affetmek gibi temalar etrafında kurulan “Cici”, hayli katmanlı bir anlatı. Bildik üç perdeli yapıdan çok, aynı hikâyeyi farklı zamanlar ve türler aracılığıyla anlatan üç ayrı bölümle kurulmuş bir film. Bu bakımdan dizi anlatısına daha yakın durduğunu söylemeliyim. Yan karakterlerin öyküleri derinleştirilip katmanlandırılsa rahatlıkla altı bölümlük bir dizi çıkabilirmiş filmden. Filmin bütününe yayılıp finalde çözülen “sır” da bu hikâye için çok iyi bir tutkal olabilirmiş.
Film, Türkiye’ye kesin dönüş yapmış bir Almancı aileden manzaralar içeren bir giriş bölümüyle başlıyor. Memlekete dönmekten çok ailesini memleketteki köy evine “kapatmış” görünen gizli despot baba Bekir (Yılmaz Erdoğan), “üzüm buğusu gibi ağlarım, belli olmaz” tarzı, yüksek karatlı hüzün gözleriyle, kendi karartılmış “şimdi”sini çocuklarının geleceğinde aydınlatmaya çalışan Havva (Funda Eryiğit/Nur Sürer) ve üç çocuk: Hem eve ait hem de evin “dışında” yani taşranın da taşrasında emanet çocuk Cemil’le (Olgun Şimşek) ilk aşkı onda bulan büyük kız Saliha (Ayça Bingöl), babasının Almanya’dan getirdiği kamerayla kendine ve aileye “bakarak” herkesin kaderini değiştiren ortanca çocuk Kadir (Okan Yalabık) ve arabalara meraklı küçük oğlan Yusuf (Fatih Artman). Ailenin babanın umulmadık erken ölümüyle şehre göçmesiyle giriş bölümü sona eriyor.
Girişte, karakterleri farklı zamanlarda aynı mekânda gösteren çok kısa ileriye sıçrayışlarla (flash forward) ikinci bölümde köye dönen kamera ile karşımıza çıkacak özdüşünümselliğinin yanı sıra bir derdinin de “geçmeyen geçmiş” olduğunu haber ediyor bize film. Çocukluk anlatısıyla başlayan film, travmatik yönetmenin kendisi ve çocukluğuyla çekmekte olduğu filmle yüzleşme çabasını içeren ikinci bölümünde en parlak haline ulaşıyor.
İkinci bölüm, otuz yıl sonra köyüne bu kez profesyonel kamera ve ekiple dönen yönetmen Kadir, aşık köylü kızından sihirli değnekle eğitimli, tek çocuklu/boşanmış, daima kendinde ve ölçülü kentli kadına dönüşmüş Saliha, çapkın da olmayan bir Florentino Ariza gibi, köyde sabırla ilk aşkının dönmesini beklemiş görünen Cemil ve ailenin Z kuşağı temsilcisi Naz (Şevval Balkan) önderliğinde, gerçeklikle kurmaca arasında geçen bir “film içinde film” sekansından oluşuyor. Tüm filmin en heyecan verici bölümü bana göre, burası. Filmin bu kendine bakan yanı apayrı bir katman oluşturuyor, bundan bir başka yazımda bahsedeceğim.
Ne var ki bir saati aşkın, uzun aile hesaplaşmalı üçüncü bölümünde film bu temadan uzaklaşıyor. “Çekilemeyen film”in öyküsüne ve ardındaki travmatik sırra (baba nasıl öldü?) odaklanıyor. İlk bölümde söndürülen şömine, açılan cam gibi detaylarla bunu yapanın anne olduğu yönünde güçlü bir hisse kavuşmuş olduğumuz için aslında sır izleyicilerin çoğu için bir sır olarak kalmadığından, öykünün zarar görmüş “polisiye” tarafına yaslanması finali kurtarmıyor. Farklı kameraların kaydettiği farklı bakış ve zamanlara ait gerçekliklerin başrolde olduğu upuzun üçüncü bölüm, içerdiği tüm duygu patlamalarına rağmen bizi bir final tatmininden mahrum bırakıyor. Filmin en dikkate değer iki yanıysa, bana göre yeterince değerlendirilmemiş iki imkân olarak kalıyor: Annenin isyanı, babayı affetme zorunluluğunun gürültüsünde boğuluyor. Ve sette kurduğu otoriteyle babanın yalnızca koltuğunu değil gözünü de devraldığını hissettiğimiz yönetmen, filmini çünkü esasen babayla hesaplaşmasını bitiremiyor.
Filmin önemli üç kadın karakterinden biri anne ki bence eksiklerine rağmen en iyi anlatılan da o. Evin kızı Saliha’yı en sert dönüşüme uğramış karakter olarak görüyoruz yetişkinliğinde. Berkun Oya “Bir Başkadır”da çizdiği, ne denli kendi ayakları üstünde duruyor gibi görünse de mutluluğu bir türlü yakalayamayan kentli kadın hikayesini, ana hatlarıyla Saliha karakterinde sürdürüyor. Babasının ölüm anına şahit olması dışında hiçbir göze çarpan yanı olmayan, aile yükünün bu parçasını da taşımakta çok zorlanan Yusuf’sa (Fatih Artman) öfke problemli, evliliğinde sorunları olan vasat bir genç adama dönüşmüş ki bu da anlaşılır. Filmin önemli bir başarısının da casta dair olduğunu söylemek gerekiyor burada. Hemen hemen tüm yetişkinler kendi çocukluk, ilk gençlikleriyle anlamlı benzerlikler içeriyor. Funda Eryiğit’in Nur Sürer’e dönüşümü hele, neredeyse makyaj marifetiyle gerçekleşmiş bir tür sihir gibi. Nur Sürer ve Olgun Şimşek yıldız gibi parlıyor ama diğer tüm oyuncular da çok iyi.
Hem köy/kent, çocukluk/yetişkinlik ikilikleri hem de baba hikayesi bizi filmin “travma” katmanına götürüyor. Ülkece en “baba” meselelerimizden biri olan, dramadan da hiç eksilmeyen “baba” teması yazılarımda defalarca ele aldığım bir mesele. Bu yazıdizisinde değindiğim gibi, hem gerçek hem de metaforik babalar üstelik. Siyasetçilerden sanatçılara, büyük yazar ve yönetmenlere dek, hayata bakışımızı bilgelik atfedilen erkekleri referans alarak oluşturmaya alıştırılmışız. Hayatın her alanında babalara bol kepçeden verilen bu değer, dramaya da babaları affetmeye ve kadınları/anneleri suçlamaya fazlaca gönüllü olmak biçiminde yansıyor. Özcan Alper’in, “Cici” ile birlikte şu ana dek Netflix’in izlediğim en iyi yerli filmi olan “Aşıklar Bayramı”na dair, Bavul’da yayımlanan yazımda bahsetmiştim: Patriyarkal dünyada babanın gücü aile reisliğiyle sınırlı bir pozisyon değil, duygulara, düşüncelere de reislik ediyor. Böylesi bir güce sahip olmak da daima şu iki ihtimali beraberinde getiriyor: “Kalıbının babası” olmama, yani atfedilen niteliklere aslında sahip olmama hali ve bunun doğurduğu hayal kırıklıkları. İkincisi de “baba”nın kendisine bahşedilmiş bu sınırsız gücü türlü biçimde suistimal etmesi büyük riski… Babalara atfedilen değer, baba hikâyesinin aynı zamanda “travma” hikayesi olmasını kaçınılmaz kılıyor.
Öte yandan birçok kişinin aile anlatısı babanın şiddet, istismar, taciziyle öylesine ağır yaralı ki, psikolojik şiddet, baskı, babanın sevgisini yeterince gösterememesi ya da evden çekip gitmesi türünden travmaları “hafif” kontenjanından saymaya çok meyilliyiz. Daima ve ne yaparsa yapsın “en korkuncu olmadıkça” affetmeye, onaylamaya çok gönüllü olunan bu baba imgesinin karşısında da “kutsal anne” yer alıyor. Babaya sonsuz krediler açılırken kendisini ailesine adaması, daima fedakârlık etmesi beklenen annenin irili ufaklı ihmalleri, insani zaafları bile travma sebebi sayılabiliyor. Kadın düşmanlığı ve onun ikiz kardeşi, kadınlarda her koldan desteklenen suçluluk duygusu nedeniyle en risksiz şey, kabahati anneye yüklemek. Günümüzün popüler pedagojik, psikolojik yaklaşımları da bu imkândan besleniyor. Anneyi suçlamak çok konforlu, baba içinse daima bağrımızda basılmalık yer var.
Filmi izledikten sonraki birkaç haftam o kadar yoğun geçti ki, hemen yazmaya niyet ettiğim bu yazıyı yazmakta geciktim. İyi yanı, bu arada filmi izlemeyen herhalde pek kimse kalmadığı için rahatça spoiler verebilirim. Babanın evin ortanca oğlunu suyla ıslattıktan sonra akşam boyunca soğuk havada dışarıda bırakması, kamerayla oynamayı çok seven çocuğun büyüyüp yönetmen olduktan sonra bile bu “basit” travmayı atlatamaması üzerinden de çok tartışıldı “Cici”. Travma hiyerarşisini, başkalarının travmalarına puan vermeyi anlamsız bulanlardanım. Kimin neden nasıl yara aldığını kestirmek çok güç. Bir de aslında bu uzun filmin handikaplarından biri olan odak kaymasının etkisiyle de belki, ıslatılıp dışarıda bırakılmanın sadece bir semptom olduğunun sıkça gözden kaçırıldığını düşünüyorum. “Cici”de babanın görünürde büyük şiddet sayılmayacak şiddeti, çocukların kendilerini gerçekleştirmeleriyle aralarında sıkılı bir yumruk gibi duran baba otoritesinin yansımalarından sadece biri. Ama devamında babanın ölümüyle sonuçlanarak ailenin kaderini değiştiren olayları başlatan da, bu basit görünümlü travma. Bunu hafif algılama eğiliminde aslında yukarıda değindiğim, baba karakterini affetmeye dönük izleyici iş birliğinin de payı var. En kötüsünü yapmadıkça affetmeye çok gönüllü olduğumuz bir baba ve üstelik karşısında yanlışlıkla da olsa babanın ölümüne neden olan bir anne karakteri var “Cici”de. Bu ikincisi bizde çok az işlendiği için de film ayrıca dikkate değer.
Hemşire imgesini aşkla seven, yani sağaltıcılığa büyük ilgi duyan, kendi meslek sahibi olamadığı için kızının hemşire olmasını isteyen anne, kocasından belki fiziki değil ama büyük psikolojik şiddet görüyor. Yılmaz Erdoğan’ın “komik” imgesinin etkisiyle mi bilinmez, filmdeki baba Bekir, aslında tüm itici ve zor yanlarıyla gerçekçi biçimde çizilmiş olsa da “lüzumundan büyük” bir ceza aldığı düşünüldüğü için, affı söz konusu bile olmuyor. Onun yerine tüm karakterler babanın otoritesine karşı çıkarak bir biçimde ölümüne neden oldukları için, kendilerini affetmeye çalışıyor. Baba, affedilmeden affedilirken demansın pençesindeki, “suçu” (biraz da zorlama bir biçimde) birkaç farklı kamera ve kuşağın tanıklığıyla nihayet sabitlenen anne Havva, finalde bizden af talep edecek durumda kalıyor. Babanın kendisiyle sevişmek istemeyen karısını köy evindeki odaya kilitleyip kasabaya, başka kadınlara gitmesi, çocukları kendi gelecek tasarımına kapatıp okumalarını engelleme isteği, Kadir’in elinden sürekli kamerayı, yani dünyaya kendi gözleriyle bakma imkanını alması, su sıkıp soğukta dışarıda bırakma gibi cezaları asla ölçüsüz sayılmıyor. Oğluna verilen cezaya içerleyen annenin babayı kendi şiddetiyle cezalandırmak istemesinin beklenmedik sonuçları ise ölümcül oluyor. Baba kolayca affedilirken isyan eden anne Tanrıya ve izleyicinin şefkatine havale ediliyor.
Babanın nasıl öldüğüne dair sırrın finale dek çözülmeyen, sürpriz olan tek kısmı, annenin babanın ıhlamuruna bir de ilaç karıştırmış olması. Finalde Naz’ın demanstaki anneannesinin gerçek hayattaki itirafını önemsemeyip dayısının çektiği “film içinde film”deki ıslatma hikayesinin kurgu değil gerçek olduğunu dedesinin kamerasından görmesiyle parçalar birleşiyor. Bu dolaylılık ve eli çok önceden belli etme hatası nedeniyle annenin, final olarak gücünü yitiren “yanlışlıkla katilliği” ise hikâyeye pek de değerlendirilmemiş yeni kapılar açıyor aslında. Filmin esas gerilimi annenin yanlışlıkla katilliğine kilitlendiği halde, babayı affetmek konusunda izleyiciyle işbirliği yapmaya fazlaca niyetli yazar/yönetmenin bakışı nedeniyle, çok iyi değerlendirilememiş bir imkân bu…
Evin reisi olduğu halde karısının elinden yiyen içen, suyunu bile kendisi almayan, TV karşısında korunmasızca uyuyakalan bir baba/efendinin canının da aslında kendisine bakım veren kişiye emanet olduğu, üstüne ne kadar az düşünülen bir bilgi. Kadının azarlandığında, kendisi ya da çocukları ölçüsüz şiddete maruz kaldığında, aileye geleceğin yolu kapatıldığında susması, boyun eğmesi, kendinden bekleneni yapması o derece alışılmış bir şey ki. Kimse kadının/annenin kurban değil fail haline gelebileceğini düşünemiyor. Gerçek apaçık, görünür olduğunda bile bir türlü görünemiyor ya da ağır ve abartılı bir melodramatik yüzleşmenin konusu olabiliyor…
Annenin demansı ve baştan sona akan bir “büyük aile sırrı”nın çocuklar üzerindeki etkileri aracılığıyla hafızada sürekli bir gezinti yaptıran akışıyla “Cici”, doğal olarak belleğin seçiciliği ve oyunlarıyla kurmaca arasındaki benzerlikleri görmeye yönlendiriyor sürekli izleyiciyi. Daha önce “Kaygı” filmine dair yazdığım bu yazıda dediğim gibi, insan zihni bir montaj stüdyosu ve neyin gizli, neyin görünür olduğunu belirleyen şey de yaşadıklarımıza ve kendimize mesafelenme becerimiz oluyor. Bu da sürekli bir “yüzleşme” demek, toplumca en başarısız olduğumuz konulardan biri. Berkun Oya’nın yenilikçi anlatısını “Bir Başkadır”da olduğu gibi “Cici”de de dönüp dolaşıp çok daha bildik formlara, Yeşilçam kodlarına sığınarak sonlandırmasında da bunun etkisinin olduğunu düşünmeden edemiyorum. Başka türlü düşünen, hikâyeyi, karakterleri ustaca bir mesafeden bize sunan yönetmen bizi boğazımızda bir yumrukla bırakma riskini göze almak istemiyor, duyguların fazlasıyla açığa çıktığı ve yüzleşmenin biraz zorlama da olsa ille gerçekleştiği büyük finallerle, tercihini daha risksiz bir son konusunda kullanıyor. İzleyici de anlatılan hikâyenin yer yer çok keskin, acıtıcı uçlarından kaçıp zaten gönüllü olduğu “babayı affetme” imkanını bir güzelce bulmuş oluyor.
Berkun Oya gerçekliği farklı boyutlarıyla anlatıya dahil etmekte, kurmacamızda pek yer alamayan ikilikleri kullanmakta, bize neredeyse mikroskop altında sunduğu karakterleriyle mesafesini rejide koruyarak resmin tümünü göstermekte çok başarılı. “Cici”, hikayesinin bazı en çarpıcı imkanlarını yeterince kullanmamış olsa da, ilgiye değer bir film.