Taşranın dinginliği, imkansız aşkın hüznü: Taşrada Bir Ay
J. L. Carr’ın 'Taşrada Bir Ay' kitabı Jaguar Kitap tarafından yayımlandı. Yaşamımızın belli bir anında denk geldiğimiz, damarlarımızın dirimle dolup nabzımızın çatlayasıya attığı anlar vardır. Sonsuza dek bizimmiş gibi görünen ama bir gün kaybettiğimiz, uzak bir geçmişi iç çekmeyle yad ederken, Carr şöyle der: “Sana düşen acının dinmesini beklemektir.”
İsmail Akgöl
Uzun zamandır ilgiyle takip ettiğim, farklı okuma deneyimleri sunan bir yayınevi var: Jaguar Kitap. Orada öylece durup bekleyen, haberdar olmadığımız, yanından aceleyle geçip gittiğimiz bir güzelliğe dokunmamızı sağlayan bir sanatçı gibi Jaguar. Son yayınladıkları kitap da böyle bir güzelliğe karşılık geliyor. J. L. Carr’ın imzasını taşıdığı, Umay Öze Türkçesiyle sunulan 'Taşrada Bir Ay'. 'Taşrada Bir Ay', Türkçede ilk Carr romanı olmasının dışında, şimdiye kadar tasavvur edilen taşra deneyimine başka bir anlam yüklemesiyle de önemli. Karakterlerin bir sürgün yeri gibi yaşadıkları, diğer insanlarla kendileri arasında telafi edilemez farklılıkların mekânı olan belleğimizdeki o alıştığımız taşra, Carr’da bambaşka bir anlam imkânıyla açılır önümüze. Mutlak yalnızlık, tanınmama, değerler arasındaki bağdaşmazlık, taşranın doğasından kaynaklanan zorluklar yerini sağaltıcı, müşfik, teskin edici manevi bir mekâna devreder. Yerlerinde ısrar eden şeyler, birbirinin aynısı günler öznede bir uyumsuzluk, bunaltı yaratmaz. Kendilerini cömertçe verirler: İşte orada, burada bütün apaçıklığıyla kümelenmiş ağaçlar birkaç ay sonra sararacak, rüzgârın haşarı bir çocuk gibi üzerinde oynadığı uzun otlar, kendilerini göstermek için bilincin önünde kanayaduran, bakışı sorgulayan, kendilerini açan nesneler –bütün tuhaflığı, yalınlığı ve tözselliğiyle…
1920 yazının yağmurlu bir günü Oxgodby istasyonuna iner Tom Birkin. Bu sahne o kadar sinematografiktir ki, yağmurun şıpırtısını, yolcuların iniltilerini, kalkan trenin homurtusunu oradaymışız gibi algılarız. Yabancısı olduğumuz bir şehirde ilk günü nasıl tedirginlik ve kuruntularla geçirirsek, Birkin de bu yeni kasabada tanımadığı, eşyalarını taşımaya bile yardım etmedikleri insanların arasında öyle geçirir: “Şayet Kuzeyliler hep böyleyseler, düşman ülkesine geldim demekti.”(s. 21) Fakat yağmurun ve çöken karanlığın da bir parça katkısının olduğu bu ilk izlenim kısa sürer. Hakkında bir şey bilmedikleri bu yabancı adam kasabalılar için ne kadar yabancıysa başlarda bizim için de o kadar yabancıdır. Hakkında, yüzündeki seğirme, sırtındaki 1917’den kalma hayli büyük paltosu dışında pek bir şey bilmeyiz. Oxgodby’a niçin geldiğini de daha önce mektuplaştıkları Piskopos Keach’la kilisede buluştuklarında öğreniriz. Birkin, 14. yüzyıla ait üzeri badanalanan duvar resmini açığa çıkartacaktır. Öyle ki, resmi açığa çıkardıkça kendi varlığı da dışa doğru genişler, açılır. Savaşın toz dumanıyla üzeri kaplanan hayatı açığa çıkar. Taşra, onun için sığınılacak, geçmişin kötü izlerinin unutulacağı bir mekândır: “Savaşın ve Vinny ile mektuplaşmalarımızın izleri silinecek, hayat bıraktığım yerden yeniden filizlenecekti.”(s. 37)
Onun hakkında daha derinlikli fikir sahibi olmamız, kendini ötekilere, özellikle Moon’a açmasıyla başlar. Moon hakkında bildiklerimiz de sınırlıdır. Kilise bahçesinde bir çukura kurduğu ten rengi çadırda yaşayan Moon, Bayan Hebron’un atası Piers Hebron’un 14. yüzyıldan kalma mezarını arıyordur. Yaptığı işe çok bir ciddiyet yüklemediğinden orada ne yaptığına pek anlam veremeyiz aslında. Ama bu muzır tutumu ona tuhaf şekilde ısınmamıza da sebep olur. Dahası Birkin’in savaştan kalma yüzündeki seğirme gibi, onun da bacağından çıkaramadıkları şarapnel parçası vardır. Birinin teras katında, birininse hendekte yaşamasından çıkarsayabileceğimiz iki karakter arasındaki zıtlığı bu ortak travma siler, götürür. Birkin'in resmi ortaya çıkarmak için kullandığı uzun merdiven ise kendi hayatı ile ilgili anlatıyı kasaba halkının erişemeyeceği bir noktada tutar. “Ziyaretçilerimle aramda merdiven olması hayal güçlerini zorlayacaktı ama kuşkusuz bu aşılmaz bir engel değildi.”(s. 54) Öyle de olur.
Papaz Keach ise Birkin için sözünün eri bir adam olmasının dışında pimpirikli, soğuk, cana yakın olmayan pek paspal biridir. Onu Moon da pek sevmez. Birkin, akşamüzeri taş levhaya uzanıp uyandığında onu izleyen papazın karısı Alice’i yanı başında görür ve onu Boticelli’nin İlkbahar tablosuna benzetir. Alice, oldukça güzel ve etkileyicidir. Alice ve papaz arasındaki zıtlığı hem Birkin’den hem de Moon’dan sık sık duyarız: “Fakat Keach onu kapmış! Rezalet bir şey bu. (…) Nasıl biri, gördün. Daha da beteri, nasıl konuştuğunu kendi kulaklarınla işittin.” (s. 60) Birkin’in papaza karşı olumsuz tutumunu ortadan kaldıran, ona acıma hissi uyandıran şey, ikisinin de yaşadığı kasvetli, soğuk, sonsuz, suskun oda ve koridorlardan oluşan evlerinde, ürkmüş birer varlıklarmış gibi köşeye sıkışmışlıklarına tanık olmasıyla ilişkilidir. Sanırım papaza karşı bu tutumunun değişimi Alice’e karşı yapacağı son hamleyi de belirler.
Birkin, resmi açığa çıkarırken o muhteşem mavi ve kırmızıların etrafa yaydığı büyüden çok etkilenir ama resim yapılırken bu olaya tanık olamamanın üzüntüsünü de yaşar. “İşte o anda cız edecek birkaçımızın yüreği; bileceğiz ki kıymetli bir an yaşanıyor ve biz orada değiliz.” (s. 147) Her rengin, her figürün ayrıntısı açığa çıktığında ressamın imgesi de Birkin’in zihninde tamamlanır. Yaz da bitmiştir. Nasıl ki ressam resmini bitirdikten sonra yaşamı bu kasabadan uzağa düşerse, Birkin’in yaşamı da öyle uzağa düşer. O uzun yaz, altın başaklar, gece esen serin rüzgâr, kiliseyi dolduran seslerin yabansılığı ve Alice… Geçip gitmiştir. Orada kalsa da mutlu olmayacağının bilincindedir Birkin: “Orada kalsaydım, bir ömür mutlu olabilir miydim? Sanmıyorum, hayır. İnsanlar göçer, yaşlanır, ölür ve her köşe başında bir başka güzellikle karşılaşmaya duyulan o aydınlık inanç söner, tükenir. Ya şimdi ya hiçbir zaman; mutluluğu ancak havada uçuşurken yakalayabiliriz, yakalayacaksak.”(s. 118) Böyle düşünür.
Yaşamımızın belli bir anında denk geldiğimiz, damarlarımızın dirimle dolup nabzımızın çatlayasıya attığı anlar vardır, yaşama duyduğumuz inancın ışığında serpilip büyüyen, türümüzün kaderine bağlı bir şeyin belirlediği elimizden uçup gitmeye meyyal anlar. Sonsuza dek bizimmiş gibi görünen ama bir gün kaybettiğimiz, uzak bir geçmişi iç çekmeyle yad ederken, Carr şöyle der: “Sana düşen acının dinmesini beklemektir.” Artık hiçbir haber alamadığı Oxgadby, Alice’in yüzü, o güzel yaz, hafızasında bir epizot olarak kalacaktır. Nasıl bırakmışsa öyle.