Geçtiğimiz haftanın gündemi, her zaman olduğu gibi yine Cumhurbaşkanı'nın yaptığı konuşmalarla şekillendi. Artık, Erdoğan'ın ilçe kongrelerinde yaptığı konuşmalar bile canlı yayınlandığı için, her söylediği sözden haberdar olunuyor. Zaten yaptığı konuşmalar, genellikle yapılma gerekçesi veya yapıldığı yerle de fazla ilgili değil. Her durumda, herkese konuşuyor. Bu konuşmalarda, "Beyoğlu'ndaki marjinaller" diye etiketlediği bir kesimi kulağından tutup atmakla, üniversitedeki solcu gençleri de eğitim haklarını ellerinden almakla tehdit etti. Aslında, "uyarı" kılığında yapılmış bu hedef göstermelerin talimatlar içerdiğini de, önceden yapılan veya bu açıklamaların ardından gelen uygulamalarda görüyoruz.
Özgürlük, iş, ekmek, çalışma, eğitim, savunma, ifade aklınıza hangi hak geliyorsa, değil anti demokratik OHAL yasaları ve KHK'lar eliyle, Erdoğan'ın ağzından dökülecek sözlerle askıya alınabiliyor, kaldırılabiliyor, yok sayılabiliyor. Cumhurbaşkanı'nın buna hakkı ve yetkisi olup olmadığı, hatta aklından geçirmesi bile tartışma konusu olacakken, bu keyfi uygulamalar fazla konuşulamıyor. Çünkü, muhalefet bugünü kullanmayı sadece iktidara bırakmış, itirazı - güvenilirliği tartışmalı ve sadece CHP ile sınırlı olmayan - "biz kazanacağız" sonrasına ertelemiş durumda. Yıllardır, adım adım işleyen, yerleşen ve ciddi bir direnç görmeden ilerleyen iktidar, bugünün kesin sahibi olup geleceği de böyle ipotekliyor.
Olmakta olanı, yaşananı, içinden geçilene karşı tutum almayı, "gelecek tehlikeyi" dikkate alarak veya bahane ederek erteleme hali, muhalefetin bilinçli tercihi olmayabilir. Büyük bir ihtimalle öyle ve sorumluluğu da sürüklendiği, sürüldüğü bu alandan çıkma konusunda yeterince çaba göstermiyor olmasıyla sınırlı belki de. Siyasetin alanının daraltılması, sığlaştırılması, sonuç odaklı bir yarış ritüeline indirgenmesi, daha geniş ve eski bir mühendisliğin ürünü. 12 Eylül'ün hukuki çerçevesini, neoliberalizmin ideolojik altyapısını oluşturduğu kapsamlı ve Türkiye ile de sınırlı olmayan bir tartışmanın konusu. Fakat, Türkiye'deki yerleşik siyasi geleneğin son dönemlerde güncellenen bazı alışkanlıklarının da bunda katkısı olduğu açık.
Türkiye'deki siyasi hatlar ve oy verme davranışları ağırlıklı olarak kimlik eksenli, kültürel referanslı olduğu için, siyasi aktörler hamlelerini veya bazen durgunluklarını "mevcut zeminin gerekleriyle" açıklamaya çalışırlar. Bu gerekler, bazen "milli değerler", bazen "milli çıkarlar" üst başlığı ile karşımıza çıkar. Yapılmak zorunda olunan şeyler, dikkat edilmesi gereken hassasiyetler, gelebilecek saldırılara karşı alınacak önlemler hep vardır. Çoğu haklı olabilecek bu gerekçelerin, dozu ve ayarı konusunda; sahiciliği ve bahane yaratma yeteneği arasında da daima şüphe uyandırıcı bir açı bulunur. Başka veçheleri de olan bu meselede, önemli olabilecek iki kavram var: Tavır ve pozisyon. Siyasette tavırlar değil pozisyonlar hep belirleyiciydi ama kutuplaşma ve kimlik siyasetinin hakimiyetiyle giderek daha baskın hale geliyor. Pozisyonlar, tavırları eziyor, tavır almayı erteletiyor.
Aslında sözlük anlamı açısından yakın, hatta "durum" karşılığı olarak eş anlamlı olduğu düşünülen iki kelime; tavır ve pozisyon. Siyasette ifade ettikleri açısından ise, çok ayrı içerikler taşıyorlar. En azından bu farklara dikkat çekmek daha fazla şey anlatabilir. Tavır, Arapça kökenli ve "durum, vaziyet, hal" anlamlarında kullanılıyor. Pozisyon ise, Fransızca kökenli ve yine "durum, konum" manasına geliyor. Tavır; özellikle "hal" karşılığı olarak daha derinlikli, pozisyon ise "konum" karşılığı olarak daha yüzeysel. Tavır, önüyle arkasıyla, içine girilen hal dolayısıyla, kullanıcı öznenin vaziyetini, pozisyon ise karşısında durulana göre yerleşmeyi anlatıyor. Biri neden ve sonuçlara giderek daha çok iradeyi, diğeri şartlara ve zorunluluklara vurguyla daha çok gerekliliği anlatıyor. Biri strüktürele, diğer konjonktürele yaklaşıyor.
Geçtiğimiz hafta sonu katıldığım, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti'nin düzenlediği "Yeniden Yapılanma Sürecinde İktisat, Siyaset ve İlişkiler" başlıklı etkinlikte, eski CHP milletvekili ve eski bakan Erol Tuncer bir sunum yaptı. Türkiye'deki siyasi gelenek hakkında kendi deneyimlerinden örnekler aktaran Tuncer, 70'li yıllarda Demokratik Parti ve Milli Selamet Partisi yöneticilerinin Demirel'e çok kızgın oldukları için CHP'yle koalisyon yapmaya çok yatkın olmalarına rağmen, "Demirel bizi meydanlarda perişan eder" diyerek nasıl geri durduklarını anlattı. Alınması gereken tavrın yerine bulunulan pozisyonun gereğini yapmanın örneklerine değindi. Tuncer'in "CHP alerjisi" olarak isimlendirdiği pozisyon, şimdi CHP'nin aldığı HDP alerjisi pozisyonuna ne kadar da benziyor.
Tavır ve pozisyon farkını somutlamak için daha yakın örnekler de kullanılabilir. Mesela, Adalet Yürüyüşü tavır, anayasaya aykırılığı biline-söylene dokunulmazlıklara destek vermek pozisyon olarak tarif edilebilir. Gezi eylemleri tavır almak, bayrak mitingleri pozisyon almak; Irak'a müdahale tezkeresine hayır demek tavır, Afrin'i desteklemek pozisyon; Hayır kampanyası yapmak tavır göstermek, "Ekmek için Eklemeddin" formülü bulmak pozisyon üretmek demek. "Milli değerler, milli çıkarlar" diye öne konulan şeyleri tartışmadan o sınırlarda konum almaya çalışmak pozisyon; bir iddianın, bir sözün, bir itirazın sorumluluğuyla davranmak tavır. Kendi sözüne odaklanmak tavır, gelecek söze kulak kesilmek pozisyon. Bugünü terk etmemek tavır, gelecek sonuç için beklemek pozisyon.
Elbette, "iyi olan" siyasi hamlelere tavır, kötü olanlara pozisyon denmesi şeklinde bir tanımlama gerçekçi değil. Ve elbette daha çok taktik hamlelerde önemli pozisyon alışlar ve bunun çok gerekli olduğu haller var. Fakat, verili koşulları sorgulamayı, olmakta olanla ilişkiyi keserek sadece taktik hamlelerle pozisyon arayışının derin bir siyaset üretmeyeceği açık. Ayrıca, pozisyon almanın tuhaf bir gevşeticiliği de var: Karşındakini işaret edip pozisyonunu almak başka bir şey söyleme - eyleme gereğini kaldırıyormuş gibi. Pozisyon değiştirmenin tavır değiştirmeye göre aşırı kolaylığı da cabası. Çünkü, pozisyon durumu değiştirmenin veya zorlamanın değil, korumanın enstrümanı.
Pozisyonların belirleyici olduğu zeminde, eylem alanını ve bugünü elinde tutan büyük bir avantaj sağlıyor. İktidar yapıyor, söylüyor, yapabileceğine, söyleyebileceğine dair tehdit üretiyor, muhalefet de bunlar karşısında tavır geliştiremiyor, pozisyon almaya çalışıyor. Mesela, Afrin'in sağladığı oy desteğini açık açık konuşup, bu operasyon sayesinde "metal yorgunluğunu" attığını söylemekte sakınca görmeyen iktidar, ana muhalefet partisi tarafından pozisyon gereği yeni operasyonlar için destekle karşılanıyor. Bir başka örnek de, Türkiye'deki anti demokratik uygulamalar karşısında tavır yerine pozisyon alan AB, kararlarıyla "yok hükmüne" geçiyor. "Çok işimiz var" diyerek ihlallere bakmayan AİHM de aynı durumda.