TİP’in ve Çetin Altan’ın TBMM macerası, tüm tartışmalar, müzakereler, önemli konularda açıklamalar, TİP’lilerin kamuoyunun habersiz bırakıldığı konularda yaptığı hayati konuşmalar ve AP’lilerin sürekli çileden çıkmaları bir yana; ilk kez meclise girmiş ve sol ilkeleri anlatmaya çalışan sosyalist bir parti ile o partiyi siyasal ve fiziksel açılardan yok etmek için çaba harcayan, sürekli küfreden, hakaret eden, linç etmeye çalışan sağcı siyasetçilerin zorunlu ilişkisinin hikâyesidir aslına bakılırsa.
1961 Anayasası, günahlarıyla karşılaştırılamayacak ölçüde çok sevabıyla, anayasa tarihimizin zirvesidir. Hem metin kalitesi hem de Bülent Tanör’ün ifadesiyle, ‘hukukileştirici, siyasallaştırıcı, sosyalleştirici’ yönleriyle. Demokrat Parti (DP) dönemi ardından, Batı’daki genel eğilimine uygun biçimde ‘sol’ canlanırken, Türkiye de kendine düşen payı almış, siyasal ve entelektüel canlılık el ele yürümüş ve yürürlükte kaldığı on dokuz yıl süresince büyük ölçüde kendisine sahip çıkmayan iktidarlar elinde kalan ‘Anayasa’ bu hareketliliğin hukuksal düzeydeki taşıyıcısı olmuştur.
1960-1965 arası hayli zorlu bir dönem ve darbe sonrası kurulan zorunlu koalisyonlar, 1965 seçiminde Süleyman Demirel Adalet Partisi'nin (AP) yüzde 50’yi geçen oy oranıyla son buldu. Demirel’in oy oranı, o seçim sisteminde hakikaten büyük başarıydı ve 27 Mayıs darbesinde ortalıkta görünmeyen DP yanlılarının, iktidarı bir kez daha ve bu kez tek başına DP’nin siyasal takipçisi AP’ye teslim etme isteğinin göstergesiydi.
İşte, az oy alan partilerin parlamentoya girmesine izin veren seçim sisteminin siyasal tarihimize bir büyük armağanı, parlamentoya ilk kez bir sosyalist partinin, Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) girmesini sağlamasıydı.
TİP 13.2.1961’de kurulmuştu. Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren... Anayasa’nın açtığı kapıdan parti kurarak girmeyi düşünürlerken, bir grup sendikacının parti hazırlığı içinde olduklarını duyunca bu faaliyetlerini durdurmuşlar, sendikacılar bu durumdan haberdar olunca, Aybar’ın deyişiyle ‘aydın alerjileri’ nedeniyle reddetmişlerdi. Bazı şeyler pek değişmiyor gördüğünüz gibi! ‘O’ aydınlar ‘sabıkalıydı’ ve sendikacılar başlarının belaya girmesini istemiyorlardı. Bu arada seçimlerden hemen sonra Türk-İş yöneticileri, YÖN yazarlarıyla yeni bir işçi partisi kurmaya yönelince (hiçbir zaman kurulamayan Çalışanlar Partisi) sendikacı kurucular TİP’i canlandırmak üzere harekete geçti ve partilerine ‘aydın’ genel başkan bulmaya karar verip ilk öneriyi, DP/AP’li olduğu herkesin malumu Ali Fuat Başgil’e götürdüler! Başgil kabul etmeyip yıllar öncesinde asistanlığını yapmış olan Aybar’ı önerince, onunla görüşüldü ve Mehmet Ali Aybar Genel Başkan oldu. Aybar’ın Genel Başkanlığı 9.2.1962 günü ilan edildi.
Aybar’ın Genel Başkan olduğu TİP, ‘ortanın solu’ sloganının mucitlerinin yanında, ‘sol’ bir parti olarak giriyordu TBMM’ye!
Çetin Altan, TİP listesinden bağımsız milletvekili seçildi. Ancak, Süleyman Demirel hükümet programını okuyup muhalefet partilerinin grup sözcüleri konuşmaya başlayınca, Çetin Altan da ‘konuşmak için (!)’ bağımsız vekillikten vazgeçip TİP’e girecekti. 1965 parlamentosunun ilk kavgası da, Çetin Altan kürsüdeyken çıkmıştı!
Bugün size hatırlatmak istediğim kitap, Çetin Altan’ın milletvekilliğinden yıllar sonra kaleme aldığı ve ‘vekalet’ günlerini anlattığı ‘Ben Milletvekili İken’ başlıklı eser. İnkılâp Kitabevi’nden, 2005 tarihli. Kitap, hem TİP’in ve Çetin Altan’ın parlamentodaki serüveni hem de sığlığından asla ödün vermeyen Türkiye sağı hakkında çok hoş, ilgi çekici anekdotlarla ilerliyor. Çetin Altan, olup biteni mizahi ve sert bir dille, bazen ciddileşerek bezen dalgasını geçerek anlatıyor.
Türkiye, kimi meslek erbabının rahat bırakılmadığı, asıl işini yapamadığı için milletvekili olduğu bir ülke. Çetin Altan da milletvekili adaylığını benzer bir gerekçeyle açıklıyor:
“Nerden esti aklıma milletvekili olmak... Bir siyasi ihtirasın zapt edilmez tutkusu mu kıpırdamıştı içimde yoksa radyo nutuklarındaki gibi ‘Vatana millete hizmet aşkının’ ayda 3700 liralık kara sevdası mı coşmuştu yüreğimde... Böyle azgın duyguların rüzgârlarına falan kapılmış değildim... Sadece Babıâli patronlarıyla savcıların çifte kıskacı altına itildiğimi görüyordum... Dört taraftan açılmış iri dişli ağızlara, harıl harıl çalışan telefonlara, raporlara, dosyalara ve savcılara el sallayarak milletvekili oldum”
Çetin Altan, henüz alışılmamış bir düşünce olan sosyalistlik nedeniyle bir oldu bittiyle içeri atılacağını, oysa bir iki yıllık bir koruma altına girerse o esnada ‘ilk yadırgamaların’ geçeceğini düşünerek milletvekili olduğunu belirtiyor.
Altan, TBMM binasına girdiği günden başlıyor gözlemlerine ve hissettiklerini, düşündüklerini aktarmaya. Takım elbisesi konusunda duyduğu pişmanlık, vekil seçilenlerin çocuksu ‘vakur’ görünme çabaları, kapıdaki polislerin yıllarca kendisine kim olduğunu sormaları, sosyalist vekillerin bir sosyaliste yaraşır şeklide davranıp her daim ciddi görünme çabası... Bir de tabii, ilk gün TBMM’de TİP grubuna bir yer ayrılmamış olması! Durumu protesto etmek ile Meclis Başkanlığı’yla müzakere arasında gidip gelmeler ve sonunda ‘gösterilen’ yere oturulması. TİP’lilerin ilk gün oturdukları kısımda kırmızı bir şerit varmış, devlet memurlarına ayrılan yerle ayıran. Altan’ın bu ilk maceraya dair söyledikleri, sağcı siyasetçinin olup bitene bakışı hakkındaki ilk güzel örneği de sunuyor:
“Tanıdık CHP milletvekillerinden biri yaklaştı yanıma: ‘Yahu sizin için ne diyorlar biliyor musun?’ dedi. ‘Ne diyorlar?’ dedim. ‘Komünistlerin hepsi bıyıklı, Stalin ceketli, üstelik kırmızı bir kordonun içinde oturuyorlar’ diyorlar. Önce şaka yapıyor zannettim. Ama sonradan bu sözü duyan AP’lilerin toplantı salonunda bizlere dik dik bakarak önümüzden geçtiklerini fark ettim. Bir tanesi arkadaşına: ‘Yok yahu, kırmızı kordon onlara ait değil, yandaki sıralara ait,’ diyordu. Öteki de, ‘Evet ama hepsi bıyıklı,’ diyordu. Kendi aralarında: ‘Bıyıklarına bilmem ne edeyim,’ diyerek uzaklaştılar.”
İlk küfrü bıyıklarına yemiş, TİP’in erkek milletvekilleri!
İlk gün anılarından biri de, kendini gösterme ve poz verme faslı ardından, en çok şu sözün duyulması: "Paraları veriyorlar mı?" Malum, seçim pahalı bir iş! "Paraları aldın mı?" "Almadıysan git al paranı." "Veriyorlarmış paraları..."
Ve tabii, Meclis lokantası. Ucuzluğuyla ünlü bir yerdir lokanta. Altan, çeklerin alındığı salonda bir yandan da sürekli yemek yenildiğini, "Oğlum baklava söyle", "Oğlum yahni söyle" siparişlerinin havada uçuştuğunu ve AP’lileri kızdıran bir şeyler söylediğinde bu konulara ilişkin ilk uyarının bir CHP’li vekilden geldiğini anlatıyor:
“Aman Çetin, Meclis’in içine ait işleri sakın yazma. Biz hepimiz ne de olsa burada aynı tekkenin içindeyiz. Dövüşürüz, kavga ederiz, hırlaşırız ama yine de kendimize ait meseleler kendi içimizde kalmalı...” Nasıl, bazı şeyler süreklilik arz ediyor değil mi!
Unutmadan, sürekliliği olan konulardan biri de milletvekillerinin yabancı dil hakimiyeti. Bugün vekil özgeçmişlerine bakarsanız da aynı manzarayla karşılaşırsınız. Altan’ın iğneli ve eğlenceli cümleleriyle:
“Hoş, Meclis albümüne bakılınca yabancı dil bilmeyen kimse pek yoktu galiba. Hiç değilse küçük biyografi notlarının altında ‘az İngilizce’ yazardı: ‘Yes, no, thank you’ demesini bilmek bu az İngilizce’ye dahildi... Türkiye demokrasisi bu az İngilizce’yle Amerika’nın en büyük dostu olmuştu. Kazara bir de çok İngilizce bilse acaba nesi olurdu? Bunu hiç bir zaman kestiremedim.”
Çetin Altan, AP hükümetinin programının okunmasından başlayarak yıllar içinde olup biten her şeyi, bir yandan TİP’li bir meclisteki müzakere pratiklerini ve dönemin siyasal atmosferini meclis tutanaklarından bolca yararlanarak anlatırken; diğer yandan hemen her konuya mutlaka insani, matrak, acıklı ya da hüzünlü bir gözlem de katıyor. Örneğin, hükümet programını ve ‘cici demokrasi’ oyununu, araya Demirel’in fiziksel nitelikleri ve davranışlarını da ekleyerek aktarması gibi:
“Demirel, bir hayli hörmetlice olan saçsız başı, iri ve yuvarlak gövdesi ve kalın parmaklı elleriyle, ağzına yapıştırma bir gülücük, kürsüye çıktı... Türkçeyi çok kötü ve yanlış konuşuyordu... Birden büyümüş genç irisi çocuklarda rastlanan bir yordamsızlığı vardı... Dalgalı bir havada yüksekçe bir rıhtımdan bir sandala binmeye kalksa, çevik olayım derken ayağını göbeğini toparlayamayacağı için mutlaka sandalı batırırdı...”
Altan, Demirel’in konuşmasında düşünce özgürlüğünden söz etmesine, devletin yurttaşı koruma işlevine vurgu yapmasına karşın; kendisini Nazım Hikmet’i övdüğü için tekmeletmeye çalıştığını ve gençlerin katillerinin yakalanması ve yargılanması için bir şey yapmadığını eklemeyi de ihmal etmiyor. Nitekim, kitabın tümünde, Türkiye sağının sığlığının, riyakârlığının, ABD uyduculuğunun ve sol düşünceden nefretinin örneklerini bulmak mümkün. Ancak Çetin Altan yalnızca sağ eleştirisi yapmıyor. Pek çok anısında ve sözcüğünde, kendi partisine ve özellikle genel başkan Aybar’a, daha genelde sosyalist vekillerin kendilerini gerçek koşullardan koparcasına fazlaca önemsiyor oluşlarına yönelik eleştirileri bulmak mümkün:
“(ilk konuşmayı kastediyor) Hazırlanıp duruyordu. İçinden heyecanlandığını seziyordum. Dıştan ise: ‘Heheyt, topunun tozunu havaya savuracağım’ gibi bir eda taşıyordu.”
TİP’in ve Çetin Altan’ın TBMM macerası, tüm tartışmalar, müzakereler, önemli konularda açıklamalar, TİP’lilerin kamuoyunun habersiz bırakıldığı konularda yaptığı hayati konuşmalar ve AP’lilerin sürekli çileden çıkmaları bir yana; ilk kez meclise girmiş ve sol ilkeleri anlatmaya çalışan sosyalist bir parti ile o partiyi siyasal ve fiziksel açılardan yok etmek için çaba harcayan, sürekli küfreden, hakaret eden, linç etmeye çalışan sağcı siyasetçilerin zorunlu ilişkisinin hikâyesidir aslına bakılırsa.
Altan’ın daha ilk konuşmasında işitilen, “Senin ananı avradını... Moskova’ya eşşekoğu eşşek... Komünist köpek...” ifadeleri, genel havayı yansıtıyordu. TİP’lilerin mecliste fiziksel linçe maruz kalması da, Çetin Altan’ın ‘Bornova savcısına mektup’ makalesi ardından başına gelenler, dokunulmazlığının kaldırılması (AYM tarafından iptal edilmiştir) o havanın sonucuydu.
Söz konusu hödüklüğün ve hışırlığın, ‘politikaya atılan taşra burjuvazisinin eseri olduğunu da hatırlatıyor bir yerde, Çetin Altan:
“İstanbul’un eski zenginleri de sosyalist düşmanıydılar. Ama kişisel ilişkilerinde bir incelik, bir sözünü sohbetini bilme göze çarpardı. Ahlaksız olsalar bile, hiç değişe hırt ve hıyar değillerdi. Politikaya atılan taşra küçük burjuvazisi ise hem sosyalist düşmanı hem de görgüsüz, hantal ve küt kafalıydı. Buna bir de ahlaksızlık eklenince tahammül ötesi bir pislik oluyordu...”
Kitabı okursunuz nasıl olsa. İki alıntıyla bitirmek istiyorum. İlki dokunulmazlığı kaldırılırken, çok geç saatte yaptığı uzun, önemli ve etkileyici konuşmadan. Altan konuşmasının sonunda üzüntüyle, yapılmak istenenin ne denli boş bir iş olduğunu anlatmaya çalışıyor şu ifadelerle:
“Ben yazı mazı yazmasını severim. Ben bu saatlere kadar piyes yazacağıma evde, size laf anlatmaya çalışıyorum yani. Oturup yazı yazmasını severim ben. Hiç hayatımda mebus olmaya falan özenmedim aslında. Heves veren sosyalist partisinden olmam biraz yani. Bu gelişsin istiyorum da ondan... Hayatta ne yaparsanız yapın, samimiyetine inanın sosyalistlerin. Kahırlı iştir... Eğer biz bu kahrı çekmemiş olsaydık, sizlerle beraber çoğunlukta bulunabilirdik. Neyimiz eksik. Kahırlı iştir...”
Günümüze dair bir şeyler söylüyor farkındaysanız ve karşısındaki örgütlü sığlığa bir şey anlatmaya çalışıyor. Beyhude tabii. O gün öyleydi, bugün de öyle, ne yazık ki.
Gelelim başlığa...
Evet, meclis lokantasının, yeme içmenin ucuzluğu meşhurdur. Altan, uzun süren boş tartışmalar arasında, dışarı çıkılıp bir şeyler içildiğinden söz ediyor. Çetin Altan’ın sözcükleriyle bitsin yazı:
“Bazı hatipler kürsüye fırlıyor: ‘Bizi halk bunun için mi buraya gönderdi?’ diye soruyorlardı. Ben ise içimden: ‘Hadi bunlar halkın kendilerini buraya niçin gönderdiğini pek bilmiyorlar, acaba halk biliyor mu bunları niçin gönderdiğini’ diye düşünüyordum. Sonra yine dışarı çıkıp çay, kahve, gazoz içiyorduk...
Herkes de içtiğine göre demek ki bizi buraya biraz da bunun için göndermişlerdi... Üstelik o kadar da ucuzdu ki... On kişiye ısmarlasan iki buçuğu geçmiyordu...”