TBMM’den Lozan’a ‘haremde kadınlar ile Kürdistan’ cevabı
Mebus Yusuf Ziya "Efendiler Lozan’daki Sulh Konferansı Heyeti yalnız Türklerin heyeti değil, yalnız Türkleri temsil etmiyor. Kürdü, Türkü temsil ediyorlar” diye konuştu. 1922’den bugüne 100 yıldır şahidiz; 1920’lerin CHP’sinden 2020’lerin AKP’sine, TBMM’de (ve daha nice) verilen söz tutulmadı; Türklerin ve Kürtlerin birliğinde, eşitliğinde bir adım atılmadı!..
Lozan Antlaşması’nın gizli maddelerinin olduğu iddiasını duymayanımız kaldı mı? Sanmıyorum. “Petrol var, amma” ya da “Şu, bu amma” veya “Eğitimiz millî olacak, amma” gibi köpüklü sabun baloncukları misali ne fantastik analizler yapıldı, yapılıyor. Yazan ve televizyonlarda anlatan alimlerin dışında bunlardan biriyle bizzat karşılaştım. Lise biyoloji öğretmeniydi. Seha L. Meray’ın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan sekiz ciltlik Lozan Barış Konferansı setini verdim. Alırken “yok yok bu tamamı değildir” diyordu. Kültürel hayatımızda tartışma ve üretim kapasitemiz o kadar sığ ki böyle bir konuda “yalan” 100 yıldır dillerde. Sünni İslamcı cenahın kullanışlı malzemesi.CİMER’e de soruldu. Her talep ciddiyetle cevaplandırıldığı için bu soru da atlanmadı: “Gizli maddeler bulunmamaktadır…” Neyse vakit doluyor, eminim yenisi servis edilecektir. Eminim derken abarttığımı sanmayınız. Koca profesör Ebubekir Sofuoğlu, “Google’ı Sultan Abdülhamid Han buldu” demedi mi? Profesör çok mahir, daha nice tezleri var da şimdilik bununla yetinelim.
100 yıl öncesine 25 Aralık 1922’ye gideceğim. Yer, TBMM. Kürsüde İcra Vekilleri Heyeti Reisi ve Hariciye Vekâleti Vekili yani dönemin Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Vekili Hüseyin Rauf [Orbay]. 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Konferansı’nda gündeme gelen konular başbakanı çok kızdırmış. “Aile meselesi” bile tartışma konusu olmuş(muş).
Konferansa İstanbul’daki Osmanlı hükümeti ve Ankara’daki TBMM hükümeti davet edildi. Ankara’nın politik manevrasıyla İstanbul tasfiye edilince, katılan TBMM hükümetiydi. Öncesinde TBMM’nin iki kararıyla[1] resmen Osmanlı’ya son verildi ve devamında İstanbul’a egemen olundu. Biten Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye’dir (307 no’lu karar) ve saltanat ilga edilmiş olup, Osmanlı hanedanlığının elindeki halifeliğin sığınacağı yer de TBMM’dir (308 no’lu karar). Böylece Türkiye'nin, Osmanlı saltanatına son verilirken resmen Osmanlının mirasçısı ve devamı olduğu ilân edilmiştir.
Lozan’da 12, 13 ve 14 Aralık’ta yapılan oturumların gündemi Türkiye’deki “Azınlıkların korunması” idi. Oturumların tutanağını Seha L. Meray’ın çalışmasının birinci kitabında (s. 180-231) okuyabiliriz. Buna göre 1922’de İstanbul’da 130 bin Ermeni yaşıyor. 100 yıl sonra 2022’de İstanbul’da tahmini 50-60 bin Ermenin varlığı, 100 yılda neler yaşandığının ya da yaşatıldığının yorumsuz izahıdır. Resmi zevatın dilinden düşürmediği “hoş görü” zihniyetinin yalın gerçeğidir. Ötesi lafügüzaftır.
Neye göre azınlıklar? Rakamsal mı? Sosyolojik mi? Etnik mi? Dile göre mi? Hepsi mi? Ankara’da ‘azınlıklar’ keyfen ‘Ankara kriteri’ne göre belirlenmiştir. Lozan Antlaşmasında ‘Azınlıkların Korunması’ başlığında (madde 37-45) “Müslüman-olmayan azınlıklar” yani “Gayri İslam” olarak yapılan tanımlama, Ermeni, Rum ve Yahudi olarak sınırlandırıldığı için Ezidiler, Süryaniler, Bulgarlar ve diğerleri Lozan kapsamı dışında tutuluyor; resmen yok sayılıyor. Bunun için Ezidilerin nüfus cüzdanında ‘Din hanesi’ ya boş bırakılıyor ya da ‘XX’ yazılıyor. Ezidilerin din hanesine, yanlış anlaşılmasın nüfusuna değil, ilk kez Mardin Mebusu Ali Atalan’ın ‘TBMM kimliği’ne ‘Ezidi’ yazıldı. Kimliğinin tanınmamasını Meclis gündemine getiren mebus Atalan, nüfus cüzdanında din hanesinin boş, TBMM kimliğinde ise İslam yazdığını anlattı. Ertesi gün sadece TBMM kimliği düzeltildi. Mebus da olsan nüfusuna dinin yazılmıyor; çünkü Ankara kriteri var.
BAŞBAKANIN İTİRAFI VE 95-100 BİN ÇOCUK
1922 sonu itibariyle, Abdülhamid’in 1878’de Tanzimat’ı ilgayla temellendirdiği Hıristiyanları tasfiye politikasıyla Anadolu temizlenmişti. Bunu için Lozan’da Ermenilerin ve Rumların sorunları tartışmakla kalındı. Bunun için Türkiye ve Yunanistan Mübadele Antlaşması 30 Ocak 1923’te imzalandığı halde, 1,2 milyon mübadil Rum’un ancak 112 bini imza sonrasında gitmişti.
Elbette Başbakan 1914-1923 döneminde Anadolu’da neler yapıldığını bilmiyor olamazdı. Onun için ‘azınlıklar’ meselesindeki iddialara sinirlenmişti. Rehineler, boğazlar, gümrük, kapitülasyonlar vesaire konularında TBMM gizli celsede bilgi veren Başbakan Hüseyin Rauf'un, Ermeni kadınlarla ilgi söyledikleri, aslında itiraftı: “Bu [azınlıklar] mesail hakkında komisyonlarda ciddi münakaşai cereyan ediyor. Irkî ve lisani akalliyet tefrikini [azınlık ayrımını] kabul etmiyoruz. Gayrimüslim akalliyetler diyoruz. Son tekliflerinde Ermeni yurdu tayyedilmiştir [çıkarılmıştır]. Fakat haremlerdeki kadın[lar] ve çocukları istiyorlar. (Hâlâ mı sesleri) (Taharri [araştırma] memuru göndersinler sesleri) (Handeler) Alelumum akalliyetler hakkında Avrupa muahedatındaki kavaidi umumiyeyi bize kabul ettirmek, affı umumi ilan ettirmek ve ledelhace [ihtiyaç görüldüğünde] askerlikten affetirmek, se bestii [serbesti] seyahat, emlak ve hukuklarına tesir edecek tedabirin ademi vazını bilhassa istiyorlar. İstanbul’da ve Yunanistan’da Rumlara ve Türklere ait akalliyet hususatının tatbikına bir heyet tarafından tetkikına ve sulhtan sonra Cemiyeti Akvama girmek arzusunda olduğumuzu ve noktai nazarımızı o vakit bildireceğimizi beyan ve Hıristiyanlara bedel ile askerlikten muafiyetini reddettik.”[2]
Ermeni kadın ve yetimlerle ilgili benzer içerikte konuşan bir diğer kişi de Lozan’dan Ankara’ya dönen Trabzon Mebusu Hasan’dı. Korkunç gerçeği açıklayan mebus Hasan’a göre tartışma konusu olan çocuk sayısı 95-100 bindi. Mebusun iddiasına göre bunlar, Ermeni yetimi olmayıp, Müslüman çocuklarıydı.[3] Tutanakları okuduğumuzda vardığımız sonuç, TBMM’de Ermeni kadın ve çocuklarla ilgili tam bir irade birliği vardır; “haremde Ermeni kadın ve çocuk” yokmuş(muş). Zaten Başbakan Rauf, Lozan’da haremdeki kadın ve çocukların istendiğini söylediğinde, Meclis’te “Hâlâ mı sesleri” ve “Taharri memuru göndersinler sesleri” neyin bağırtısıydı? Başbakan bir hafta sonra aleni celsede, yine Ermeni yetimleri hakkındaki anlatımını tekrarladı: “Mâlûmu alileri Düveli Müttefika murahhasları ekalliyetler [azınlıklar] bahsine lisani, ırki ekalliyetleri de ithal etmeye çalışmışlardır. Heyeti murahhasamız bu baptaki izahatlariyle bunu yalnız gayrimüslimlere dal [kelime, ait] olduğunu kabul ettirmişlerdir. Gayrimüslimlerin askerlikten istisnası için tarafeyn, noktai nazarlarında sureti katiyede musırlardırlar. […] İmtiyazatı mezhebiye, affı umumi, Ermeni eytam ve Er[meni] malının iadesi gibi bazı munzam mesail vardır ki, bunlarla uğraşılıyor.” Başbakan, Hıristiyanların eşit vatandaş olduğunu söylemesinin devamında, “Bize hitap ederek yine diyorlar ki, bu efendiler çalışacaklar, para kazanacak, servet ve sâman [zenginlik] sahibi olacaklar” dedi.[4] Lafzen eşitlikten bahseden başbakan, gerçekte “vatandaş Hıristiyan” çalışamaz ve servet sahibi olamaz diyordu. Bunun gereği, Osmanlı Bankası da dâhil her sektörde Hıristiyanlar tasfiye edilecektir.
“…haremlerdeki kadın[lar] ve çocuklar…”
Başbakan dâhil Ankara muktedirleri bilmiyor olamaz. Çünkü İttihatçı hükümet, yetim Ermeni çocukların Sünni İslam ailelerine mirasıyla yani malıyla, mülküyle dağıtılmasını kararlaştırmıştı.[5] Bu da bilinen şifreydi.
Herkesin bildiği sırdı: 1915’ten itibaren yerinden yurdun kovalanan Ermenilerin alıkonan ve dağıtılan kadınları ve çocukları…
KÜRDİSTAN VE MUSUL
Başbakan Hüseyin Rauf'un [Orbay], Lozan’da İngiliz delegesi Lord Curzon’un Musul’u vermeyeceklerini Ankara Heyet Reisi İsmet’e [İnönü] bildirdiğini söylemesi sonrasında müzakere Musul ve Kürtler özelinde yoğunlaştı. Başbakan, yapılanları Türk ve Kürtlerin birliğini bozmak olarak niteledi: “Malumu âliniz efendiler, İngilizlerin Türkiye’de sakin Türk ve Kürtleri imha edebilmek için teşebbüsatlarının hepsi bu iki necip milletin vahdeti karşısında iflas etmiştir. Her türlü mefsedetleri [bozgunculukları], din kardeşi, kan kardeşi, emel kardeşi olan insanların karşısında erimiştir […] Bugün Kürt için akalliyet mevzu bahisetmek Türk için akalliyet [azınlık] bahsetmek demektir. Şu halde bu tamamen reddolunmuştur. (Teşekkür olunur sesleri).”[6]
Benzer tartışmaya bir hafta sonra da devam edildi. 3 Ocak 1923’te Başbakan, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya’nın Musul meselesi sorusuna cevaben Musul’un Misakı Millî’nin hududu dâhilinde bulunduğunu belirterek, şöyle devam etti: “Musul’un ekseriyeti kahiresi, yek [tek] emel, yek din, yek his, saadet ve felâkette müşterek, yegâne çarei halâsları bizimle beraber yaşamakta olan Türkiye halkının en kahraman evlatları Türkler ve Kürtlerle meskûn bir vilâyetimizdir. (Doğru sesleri) […] Başmurahhasımız İsmet Paşa hazretleri kendilerine has olan samimi ifadeleriyle ve kemali sükunetle Musul’un Türkiye halkıyla meskûn ve hududu millimiz dâhilinde iftirak [ayrılmayı] kabul etmez bir vatanımız olduğunu ifade ve iddia etmişlerdir.”
Müzakerede Musul’un Cenubi [Güney] Kürdistan’da bulunduğunu ve burasının Kürt ve Türk vatanı olduğunu ifade eden İzmit Mebusu Sırrı’dır. Kürdistan’ın cenubisini bilen şimalini de bilmez mi?
Mebus Yusuf Ziya da Kürtlerle meskûn olan "Musul Vilâyatı Şarkiye’nin kapısıdır" tespitini yaptıktan sonra, “Kürdün mevcudiyeti, varlığı ekseriyeti azimesi Türkiye’dedir ve Türkiye’de olacaktır. Türkiye ile müttehit [birleşik] bir mukadderat [kader] tayin etmiştir ve Türkiye camiası esasını kabul etmiştir. Hal böyle iken Kürdün bir cüz’ü [parçasını] kalîlini Musul’dan ayırmak, ekseriyetinden ayırmak anavatanından ayırmak hususunda hakkın, hukukun sadası yoktur […] Efendiler Lozan’daki Sulh Konferansı Heyeti yalnız Türklerin heyeti değil, yalnız Türkleri temsil etmiyor. Kürdü, Türkü temsil ediyorlar” diye konuştu. Yusuf Ziya, son söz olarak, Lozan’daki heyete, Ermeni davası ve yurdu konusunda gösterdiği gayretten dolayı da teşekkür etti.[7]
Musul ve Kürdistan sonraki günlerin de konusuydu. 25 Ocak 1923’te Lord Curzon’un gazetelerdeki, TBMM’deki Kürdistan mebuslarını Mustafa Kemal’in tayin ettiğini açıklaması tepkiyle karşılandı. Curzon’a cevap verenlerden Bitlis Mebusu Yusuf Ziya, “Biz Kürdistan’ın hakiki vekilleriyiz” ve “Senden Musul’u istiyoruz, alacağız” dedi. Ayrıca bu konuda söz alan Konya Mebusu Refik, Muş Mebusu İlyas Sami, Hakkâri Mebusu Mazhar Müfid, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni ve Şer’iye Vekili Vehbi de Kürt ve Türk birliği üzerinde durmuştur. Aynı gün yapılan gizli celsede de Başbakan Rauf, Musul’la ilgili müzakerenin bitmediğini Lozan’da heyetin, Musul’un Türk olduğu yönünde değerlendirmesini sürdürdüğünü ifade etti.[8] Hatta Rişvan, Merdis, Zorkân, Kâvu, İzoli ve Cibranlı aşiret reisleriyle, bazı ileri gelenlerin Ankara’da Büyük Millet Meclisi Riyasetine gönderdiği telgraflarda, Curzon protesto edildi ve Türk’le Kürd’ün ayrılmayacağı vurgulandı.[9]
Lozan’da konferans 4 Şubat 1923’te kesintiye uğradı. Musul, TBMM’nin yine gizli celse gündemiydi. 21 ve 27 Şubat’ta Dışişleri Bakanı ve Lozan Heyet Reisi İsmet [İnönü], Meclis’i bilgilendirdi. TBMM Reisi Mustafa Kemal, Musul’da anlaşma olmaması halinde İngiliz’le harp edileceğini de hatırlattı.[10] Mustafa Kemal'in, Musul nedeniyle yapılacak harbin, sulh için aksi bir netice verebileceğini ifade etmesi, Ankara’nın ne denli kritik bir noktada bulunduğunu izah etmiş olmaktaydı. Musul, Lozan’da ileride yeniden görüşülmek üzere ertelendi. Sonuç değişmedi, İngiliz egemenliğinde kaldı. Lozan’da yeniden müzakere 24 Nisan’da başladı ve antlaşma 24 Temmuz 1923’te imzalandı.
1922’den bugüne 100 yıldır şahidiz; 1920’lerin CHP’sinden 2020’lerin AKP’sine, TBMM’de (ve daha nice) verilen söz tutulmadı; Türklerin ve Kürtlerin birliğinde, eşitliğinde bir adım atılmadı!..
[4] TBMM ZC, devre: 1, cilt: 26, 3.1.1923, s. 143-144.
[5] BOA, DH.ŞFR, 54-A/382, 11 Ağustos 1915, Osmanlı Belgelerinde Ermenilerin Sevk ve İskânı, 1878-1920, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara-2007, s. 211; Genelkurmay ATASE, Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri, 1914-1918, cilt: 8, Genelkurmay Basımevi, Ankara-2008, s. 13, 319, 463.
[6] TBMM GCZ, cilt: 3, 25.12.1922, s. 1150-1153.
[7] TBMM ZC, devre: 1, cilt: 26, 3.1.1923, s. 147, 157-158, 166-167.
[8] TBMM ZC, devre: 1, cilt: 26, 25.1.1923, s. 505-510; TBMM GCZ, cilt: 3, 25.1.1923, s. 1220-1228.
[9] TBMM ZC, devre: 1, cilt: 27, 5.2.1923, s. 165.
[10] TBMM GCZ, cilt: 3, 21 ve 27.2.1923, s. 1290-1301 ve 1304-1305, 1317-1320.