O tuhaf adamı bir iş arkadaşımın
nikâhında tanıdım.
Gazeteye yeni başladığım
günlerdi; üstelik şehre de sadece birkaç ay evvel gelmiştim. Kimin
kim olduğundan bile haberim var denemezdi ama aynı departmanda
çalıştığımız genç muhabir nezaket göstermiş, aslında pek tanımadığı
beni de diğer arkadaşlarla birlikte nikâh törenine davet
etmişti.
Sade, şatafatsız bir nikah
töreniydi. Bir kenar semtte, küçük, tatlı bir bahçeye doluşmuş
elli, altmış kadar kişiydik. İnsanın üstüne üstüne gelmeyen, hoş
bir yaz akşamıydı. Ihlamur ağaçlarının dallarına dolanmış renkli
lambalar yanar yanmaz, bu sanki gizli bir işaretmiş gibi törene
geçildi. Biz misafirler, milyon kere tekrarlanmış olsa da herkese
kendi düğününde çok özel gelen “kabul ediyor musun, evet, evet, o
halde ben de sizi belediye başkanının bana verdiği yetkiyle…”
laflarını sahici bir coşkuyla alkışladık. Tek ayrım, acemice ayağa
basma çabalarına kimin ne kadar güldüğüydü. Mutlu çiftin yakınları
kahkahalar atıp yeni evlileri “bas bas, sen bas” diye neşeyle
kışkırtırken, benim gibi uzak çemberde kalanlar yine de bir
bahtiyarlık hissedip kendi kendimize saflıkla
gülümsüyorduk.
Törenin kalanını çok anlatmayacağım. Çünkü
sonraki dakikaları çok da idrak ettiğim söylenemez. Kuyruğa girip
çeyrek altınlarımızı taktık. Ben bir şekilde sıranın başına
düştüğümden, genç çiftin elini hararetle sıktıktan sonra, üzerinde
hiç dokunulmamış çerez tabaklarının bekleştiği uzun kokteyl
masaları arasında ne yapacağımı bilmez şekilde kalakaldım.
Tanıdığım birkaç kişi halen kuyruktalardı ve muhabbetle çene
çalıyorlardı. Yalnızdım. İçecek bir şeyler var mı diye bakınırken,
papyonunu bu tür törenlerde nedense adet olduğu üzere eğreti bir
şekilde takmış bir garson, yarısı ince limonata bardağı, yarısı
kırmızı şarapla dolu kadehlerle yüklü geniş tepsisiyle yanımda
belirdi. Siftahı ben yapacaktım anlaşılan. Bir şarap kadehine
uzandım, ağzıma bir fındık attım ve tam o sırada, ıhlamurlardan
birine iliştirilmiş hoparlörden eski usul bir komparsita’nın
bahçeye dalga dalga yayılmaya başladığını duydum. Pek tanıdığım
olmadığımdan davete icabet edip etmemeye karar vermekte
zorlanmıştım ama işte o an “iyi ki gelmişim” diye düşündüm. Ne
güzel bir akşamdı, ne tatlı bir bahçeydi. Mutlu insanlar
arasındaydım. Onların mutluluğu hiç sebepsiz bana da bulaşıyordu.
Mutluydum.
Genç çiftin takıları ve
tebrikleri kabul ettiği tarafa doğru bakıyordum ki biri omzuma
dokundu. “Ben de şurada sizin yanınızda dursam, olur
mu?”
Döndüm. Karşımda elli
yaşlarında, saçları iyice kırlaşsa da, hep hareketli gözlerinin
yaydığı enerjiden mi bilmem yüzü bir şekilde gençliğini koruyan,
uzun, ince bir adam duruyordu. Üzerine nefis bir şekilde oturan,
belli ki ısmarlama dikilmiş, simsiyah, son derece janti görünümlü
bir takım elbise giymişti. Elinde bir şarap kadehi vardı. Adam
kıyafetinin içinde o kadar iyi görünüyordu ki, benim bir kravat,
bir spor ceketten ibaret mütevazı kostümümün verdiği mahcubiyet
nedense boynumu kaşındırmaya başlamıştı. Bilemiyorum, boynumu
kaşındıran belki de karşımdaki adamın kendi boynuna doladığı ilginç
fulardı. Bir dönem kayak otellerinin bornozlarında ya da pahalı
yılbaşı hediyelerini kaplayan kağıtlarda olduğu gibi yeşil kırmızı
pötikareli bu fular, akşamın da ortamın da ruhuna uymadığı gibi, bu
güzel takım elbisenin uyandırdığı o sessiz vakar hissini bir
çırpıda bozuyordu.
Adam kemikli, ince parmaklı
elini uzattı ve adını söyledi. “Aman beni sakla genç adam” dedi
gülerek. Rahat ve samimi bir tonu vardı. Dili biraz dolanıyordu.
Akşam yeni başlamıştı ama şimdiden azıcık çakırkeyf olduğu
belliydi. Belki doğal hali buydu. “Kimden koruyayım” dedim aynı
şekilde doğal ve rahat davranmaya çalışarak, yine de pek ayak
uyduramayarak… “Herkesten” dedi. Eliyle hafifçe hâlâ kuyrukta
dikilenlerin olduğu tarafı işaret etti. “Şunlardan mesela.”
Kaşlarını çattı, biraz düşünür gibi yaptı; belki gerçekten de biraz
düşündü. “Akrabalarımdan, hepsinden.” Sonra ekledi: “Gelin hariç,
hepsinden.”
Başkaları tarafından gerçekten
görülmek istemiyor olmalıydı ki, tüm gövdesiyle bana döndü, ortamı
da düğünü de unutmuş gibi hararetle anlatmaya
başladı.
Gelinin dayısıydı. Kızın annesi
olacak o ‘mendebur’ (tam olarak böyle dedi) kardeşiyle de diğer
akrabalarıyla da asla görüşmüyordu ama işte yeğeni bir başkaydı.
Eline doğmuştu o; ne küçüktü, küçücüktü… Ne tatlı gezerlerdi
beraber. Sandal gezintileri, dondurmacılar, faytonlar ve
lunaparklar… Ne güzel günlerdi. Hem kız kardeşi de o zaman o kadar
mendebur değildi.
“Ne oldu peki” diye sordum
ilgiyle… “Şimdi niye kaçıyorsunuz onlardan?”
Birdenbire durdu. Kimle
konuştuğunu ancak anlamış gibi beni ilgiyle süzdü. O sıra
gözlerinde, hafif çılgınca bir kıvılcım çakıp geçti mi, ayırt
edemedim.
“Siz” dedi biraz uzak, “siz
kimdiniz azizim?” Karşısında bir muhatabı olduğunu, kanlı canlı
biriyle konuştuğunu ancak idrak etmiş gibiydi. Ne tuhaf ve bir
yandan da ne ilginç bir adamdı. Yanımızdaki kokteyl masaları artık
yavaştan dolmaya başlamıştı. Hiç tanımadığım bazı misafirlerin,
belli ki sohbet arkadaşımın uzak yakın akrabalarının, karşımdaki bu
tuhaf adama çaktırmadan bakmaya çalıştığını ben bile
hissediyordum.
Kendimi tanıttım; işimden
bahsettim ve aslında bu ortamla da şehirle de pek az bağlantım
olduğunu söyledim. Rahatlamış göründü. “Siz gazeteciler” dedi…
“İnsanın ağzından laf almayı nasıl da bilirsiniz.”
Ağzımı bile açmamıştım. Ama yine
de zorlu bir şey başarmışım gibi hoşuma gitti bu
söz.
“Sonra zengin oldum
azizim.”
Zararsız olduğumu anlamış,
sözlerine yeniden başlamaya karar vermişti. Karşısında bir gazeteci
bulduğuna için için sevinmişti de… Bugünlerde sosyal medya aldı
yürüdü, herkes kendini rahatça ifade ediyor ama insanın o biricik
hayatını bir gazeteciye anlatma hazzı baki. Bizim meslekte kalan
tek şey de bu haz zaten.
“Piyango vurdu bana.” Eskilerin
pek sevdiği o piyango vurma tabirini kullanmış ve söylediklerinin
üzerimdeki etkisini görmek için de fazladan iki saniye durup
beklemişti. Takdir veya şaşkınlık göstermesini umduğum bir dudak
hareketi yapınca devam etti. “Hem de çok büyük piyango… Büyük
ikramiye. Yalan yok, kimseye ses etmedim. Parayı bir bankaya
yatırdım. Dünya turuna çıktım. O gün bugün de
yoldayım.”
“Ne kadar zamandır
yani?”
Kaşlarını çatıp düşündü yine.
“Aşağı yukarı yirmi yıldır.”
Adamın akrabalarından kaçma
nedeni belli olmuştu işte.
“Yirmi yıldır dünyayı mı
dolaşıyorsunuz?”
“Eh, son iki yıl hariç. İki
yıldır Türkiye’yi dolaşıyorum, hem de az buz değil; dağ tepe
dolaşıyorum ve uzun yıllardır ilk defa çalışıyorum.”
“Paralar suyunu çekmiş
anlaşılan” diye, masa arkadaşımın samimiyetinden de cesaret alarak
hafifçe güldüm.
“Yoo” dedi. “Bir dava uğruna
dolaşıyorum. İş dediysem, sen onu bir dava olarak düşün.” Bir
çırpıda, siz’den sen’e geçmişti. Aldırmadım.
“Nedir bu dava” diye merakla
sordum.
Şarap kadehini masaya bıraktı.
İlginç fularını hafifçe kaldırıp, ceketinin iç cebinden bir kart
çıkartarak, bana uzattı. Halen kart taşıyan, nadir
insanlardandı.
Karta baktım. Karşımdaki adamın
ismini görmeyi beklediğim yerde, iri ve resmi puntolarla bir kurum
ismi yazıyordu: T. C. Mutluluk Enstitüsü… Altında da şunlar:
“Ulusal Mutluluk Ölçümü - Anket ve Form Üretimi.’ Bir cep telefonu
numarası ve başkentte bir adres...
“Devletin böyle bir kurumu
olduğunu bilmiyordum” dedim şaşkınlıkla.
“Devletin değil” dedi adam
muzipçe gülerek. “Benim kurumum… T.C. benim adım ve soyadımın
baş harfleri. Ama bir şekilde işe yarıyor, hele köylük
yerlerde.”
Hoparlörden tatlı, yumuşak
ezgiler dökülmeye devam ediyordu. Masalar artık iyice
kalabalıklaşmıştı. İş arkadaşlarım da takı kuyruğunu geride
bırakmış, bahçenin öteki köşesinde bir masada şen şakrak
konuşuyorlardı. Bana aldırdıkları ya da beni aradıkları yoktu.
Karşımdaki eksantrik adama yönelik ilginin de yavaştan azalmaya
başladığını seziyordum; akrabaları dahil kimse bizden yöne
bakmıyordu.
Ama masa arkadaşım yine de
etrafına çabucak bir göz attı ve sözlerinin işitilmesini istemez
gibi bana doğru iyice eğildi. “Dünyada hiç kimsenin yapmadığı bir
işi yapıyorum ben. Mutluluk ölçüyorum. Daha doğrusu, bir ülke
hariç. Orada yapılıyor bu iş. Ama özel olarak bir tek ben… Bhutan’ı
biliyor musun?”
Biliyordum. İşim zaten bunları
bilmekti. Bhutan… Himalayalar’da küçük, dağlık bir krallık….
Alameti farikası, herkesin gayri safi milli hasıla ölçtüğü
dünyamızda, onun gayri safi mutluluk endeksi çıkarmasıydı. Bu
ilginç krallık, brüt ulusal mutluluk diye bir kavram belirlemiş ve
vatandaşlarının refahını, iyiliğini, çıkarlarını bu kavram
etrafında ölçmeye başlamıştı. Fakir de olsalar, mutlular mı;
yaşamlarıyla barışıklar mı; kendilerine yetiyorlar mı? Bhutan
Krallığı’nın hedefi buydu. Endeks de işte bunu
ölçüyordu.
Bildiğimi söyledim. Yeni
arkadaşım bana bildiklerimi yine de tekrarladı. Ses çıkarmadım.
“İşte geze geze ben bir gün dünyamızın çatısına da çıktım, Bhutan’a
gittim ve oraya vuruldum. Doğasına vuruldum, insanına vuruldum.
Hayatımın sonuna dek orada yaşayabilirdim.” Kafasını toplamak
istermiş gibi durup bir an bekledi.
“Ama belli ki fikriniz değişmiş”
dedim, bir şey demiş olmak için.
Belli belirsiz güldü. Yine dili
şaraptan hafifçe peltek, “Orada ölene kadar yaşamaktan vazgeçtim
çünkü bir gün, dağın başında, bir başıma otururken yanıma bir adam
geldi” dedi. “Konuşmaya başladık. Anketörmüş. İşte bu meşhur
mutluluk endeksinin anketörü. Köy köy, tepe tepe dolaşıp insanların
mutluluğunu ölçüyormuş.”
“Aaa” dedim şaşkınlıkla.
“Sahiden ölçülüyor muymuş o?”
“Tabii ya. Hem de ne ölçülmek…
Ben de böyle senin gibi ilgi gösterince, bana da anket yaptı; jeton
bende o zaman düştü işte.” Yine eski tabirler… Jeton düşmesi… Jeton
mu kalmıştı artık? Tam kuşağının adamıydı
karşımdaki.
“Ne soruyorlar bu
ankette?”
“Her şeyi… Neyin var, neyin yok?
Para, arkadaş, sağlık, eğitim, bilgi, huzur… Aklına ne gelirse. O
kadar uzun bir liste ki… İnce ince de hesaplıyorlar. Çünkü devlet
binlerce memura eğitim veriyor; sonra onları dağa bayıra salıyor;
‘halk mutlu mu değil mi’ bana bulup getirin, diyor memurlara. Onlar
da formları yüklenip çıkıyorlar yola. Masal gibi değil
mi?”
“Hakikaten öyle. Masal bu.” Eh,
alkol hafiften benim de kanıma karışmıştı.
“Ama ince nokta şu: Mutluluk
esasen bu söylediklerimle de ölçülmüyor. Sende bunlar varsa güzel
de, sen bunların ne kadarında varsın?” Coşkuyla anlatıyordu artık.
“Belki hepi topu bir eşeğin iki evlek toprağın var ama mutluluk
endeksinde kişisel not olarak 10 alabiliyorsun. Tam aksine, parası
pulu çok olsa bile, 5 alan da oluyor.”
“Karne notu gibi not mu
veriyorlar?”
“Hah ağzına sağlık, tam da karne
notu veriyorlar. Kendinden memnuniyet 8, doğayla uyum 9, merhamet
7, haksızlıklara karşı öfke 10, toplumla birlik duygusu 4,
bağışlayıcılık 9… Böyle notlar. Para pul, zenginlik, sağlık
yetmiyor bir de bunlar var. Mutluluk endeksini bunun gibi duygular
belirliyor. Bir de şey… Hayatındaki amaç ve o amaca uygun yaşayıp
yaşamadığın… Anketör bana bunu sorunca ‘yok’ demiştim. ‘Bir amacım
yok; geziyorum işte.’ Bana acıyarak baktı, bir şeyler yazdı. Meğer
notumu hesaplamış kaşla göz arasında. Gösterdi. T. C. Mutluluk 4…
Nasıl yani? Alttaki rakamlara baktım. Para 10. Merak 10. Falan
filan 9, 10…. Ama bir yerin karşısına 0 yazmış, mutluluk ortalamamı
düşürmüş. Baktım, ‘hayatın anlamı 0’ yazıyor. Dank etti orada.
Hayatın anlamı 0 olur mu ya… Kaldım öyle. Karşımda ulu dağlar,
baktım da baktım.”
Sanki hâlâ o dağları
seyrediyormuş gibi, bir süre benden ötelere baktı.
“Sonra ne yaptım biliyor musun?
Adamdan bildiği her şeyi öğretmesini istedim. Seninki de sanki bu
anı bekliyormuş. Kalender adamdı zaten. Beni de kattı yanına,
günlerce beraber dolaştık. Yoksulluk, zenginlik, mutsuzluk,
mutluluk…. İnsanlar insanlar insanlar… Yaşlı genç çocuk. Neler
gördüm. Bu yaşımda stajyer olmuştum. Sessizce izliyor, notlar
alıyordum. Bu böyle aylarca sürdü. Derken, kalktım memlekete
geldim. Şimdi iki senedir Bhutan kralının memurları gibi Türkiye’de
dağ tepe geziyorum. Mutluluk ölçüyorum. Anket yapıyorum, soruyorum,
not ediyorum, yazıyorum. Buraya Bayburt’tan geldim mesela. Dağlarda
dolaşıyordum, düze indim. Düğün için. Yeğenim için.”
İnanmaz gözlerle
baktım.
“İnanmadın bana, önemli değil.
Anket yaptığım insanlar da inanmıyor zaten. Ama herhalde yaşıma
hürmeten cevap veriyorlar.”
“Yok inanmazlıktan değil” dedim.
“Neden yapıyorsunuz bunu, o kısmını anlamadım.”
“Hayatın anlamı” dedi ağır ağır.
“Notum 0’dan 1’e, 2’ye belki daha yukarıya ancak böyle çıkar gibi
geldi. Hayatta en çok sevdiğim şeyler, dolaşmak, öğrenmek,
insanlarla konuşmak… Şimdi onları bir bilgiye çeviriyorum. Bir
mutluluk bilgisine… Yazıyorum. Kim neyle mutlu, kim nasıl mutsuz
yazıyorum. Ölçüyorum. Giderek ben de mutlu oluyorum; bunu
hissediyorum. Bir işe yaradığımı hissediyorum.
“Hangi işe?”
“Pmmhh” diye güler gibi bir ses
çıkardı burnundan. Sanırım karşısındakinin beklediğinden cahil biri
olduğunu anlayıp gülmüştü. Boynundaki fuları gösterdi. “Bu” dedi,
“yanında dere tepe dolaştığım memurun hediyesi, onu yanımdan hiç
ayırmıyorum, neden biliyor musun?”
“Neden” dedim; sorunun aslında
retorik olduğunu anlayarak; bir yandan da ortamla alakasız bu
fuların hikâyesi nihayet ortaya çıktığı için
rahatlayarak…
“Bana her güldüklerinde adamın
bu çabasını hatırlamak için.”
Ben de geri durmaya niyetli
değildim. “Tamam da adamın işi o, bu işin memuru adam. Zor bir iş,
anladım ama iş neticede.”
“O çabadan bahsetmiyorum. Adamın
işi o, tamam. Bunun için maaş alıyor, tamam. Ama ben bu işi,
dünyanın bir ucundan gelmiş elli yaşında birine öğretmek için
aylarca uğraşmasından bahsediyorum. Ben de onun ancak böyle mutlu
olduğunu anladım. Mutluluk, farklı farklı yollardan
gelir.”
Şarap kadehine uzun uzun baktı,
bitmişti. Sonra kafasını bir köşede mutlu mutlu oturan gelinle
damata çevirdi.
“Neyse” dedi… “Neyse seni de
sıkmayayım şimdi. Hem şu kızı da bir görüp gideyim.” Kadehini
dikkatle masaya bıraktı.
Mutluluk Enstitüsü’nün
ülkemizdeki kurucusu T.C. başka da bir şey demeden, bana bir veda
bile etmeden, geldiği gibi hızla yanımdan ayrıldı. Gelin ve damata
doğru sallana sallana yürürken sanki tek yapması gereken oymuş gibi
fularını özenle düzeltiyordu.
Ihlamur ağaçları arasında yine
komparsita çalmaya başladı. Şen kahkahalar artık iyice çöken
akşamın karanlığına karışıyordu. Ya ben? Ya ben mutlu
muydum?