Pazar günü, onca siyasi gösteri, dolayısıyla onca polis müdahalesi görmüş Kadıköy için bile sıra dışı bir gündü. HDP’nin “Adalet ve Vicdan Nöbeti” eyleminin ikinci ayağı olan İstanbul nöbeti o gün sona eriyordu ve HDP milletvekilleri, kendilerine destek olmak için gelenlerle Rıhtım’a yürüyerek burada bir açıklama yaptıktan sonra, yeni nöbet durağı olan Van’a gideceklerdi. Ama polis, Yoğurtçu Parkı’ndaki eylem süresince de koyu bir “tecrit” altında tutulan HDP’lilerden ancak 50 kadar kişiye, onları da sıkı ve ‘asabi’ bir kordonun içine alarak yürüyüş izni verdi. Ara sokaklarda bekleşen kalabalıklar nedeniyle anayola yönlendirdikleri HDP’li vekillere, özellikle Altıyol’dan sonra, alkış ya da sloganla olsun destek vermek isteyenlere de ‘kauçuk mermi’ ve zaman zaman biber gazıyla müdahale etti. Öyle ki, birçok durumda, o anda oradan geçmekte olan kişilerin de bu teçhizatın hedefi olmasını önemsemediler. Çok sert, çok asabi ve tahammülsüzdüler. Milletvekili grubu ile birlikte yürüyerek Periscope üzerinden canlı yayın yapan Özgürüz.org muhabiri Onur Öncü de darp edilerek engellendi.
O günkü Kadıköy manzarasından, polisin hırçın tutumu ve “ne olursa olsun, destekçiler ve halkla HDP’li vekilleri temas ettirmeme” gayretinden geriye kalan tabloya bir isim vermek gerekse, bu isim “Tecrit” olmalıydı kanımca.
Zaten parktaki nöbet süresince, üç halka halindeki polis bariyeri, sadece sınırlı sayıda eylemcinin bulunmasına izin verilmesi ve destek için gelenlere GBT taraması yapmaya varan ‘güvenlik önlemleri’ de esasen bir tecridi hedefliyordu.
Bu “sımsıkı polis kozası” görüntüsü, aslında bir süredir devletin HDP’ye yönelik tutumu. Hatta zaman zaman bir AKP-MHP koalisyonu olarak tarif edilen mevcut iktidar uzlaşmasının temellerinden de biri bu tutum. Çok değil, iki yıl önce yüzde 13 oy ve 80 milletvekili almış ama ardından gelen sert ve çatışmalı sürecin neredeyse tüm siyasi-hukuki faturası kesilerek sözcüğün fiziki anlamıyla da tecrit altına alınmış bir parti HDP: İki eşbaşkanı dahil 10 vekili tutuklu; 4’ünün vekilliği düşürüldü, 6 ismin vekilliği sırada; partinin elindeki neredeyse tüm belediyelere kayyım atandı, seçilmiş yerel yöneticiler, binlerce kent ve kasabadaki parti yönetici, üye ve taraftarı tutuklandı. HDP zaten uzun zamandır, neredeyse “selam verenin başının belaya girdiği”, bırakın siyasi projesini açıklamayı, kendisi hakkındaki itham ve iddialara yanıt vermesine dahi engel olunan bir tecridin içinde tutuluyor ve zamanın ‘hukuki’ ruhuna da uygun olarak, bu tecrit, dolaylı yollarla değil, ‘ibret olsun’ istenircesine alenen hayata geçiriliyor. Süreç zaten, ‘hukuki’ bir çerçevede yürüyormuş gibi görünse de, gerçekte bir siyasi partinin ‘zor yoluyla’ toplumdan, hatta giderek kendi seçmeninden ve üyelerinden bile tecrit edilmesini hedefliyor yaklaşık iki yıldır…
Diyarbakır’da, Kadıköy’de ve şimdi Van’da “Adalet ve Vicdan Nöbeti” eylemlerinin bunca polisle çevrelenmesi; bu tecridin hem bir devamı hem de HDP yönetici ve üyelerinden topluma doğru genişlemesi anlamına geliyor. Uygulamanın Kadıköy’de, Diyarbakır’dakinden bile daha sıkı, daha sert önlemlerle yapılması (Ekin Ceren’de 2, Yoğurtçu Parkı çevresinde 3 polis bariyeri kurulması örneğin) ise HDP’nin farklı toplumsal kesimlerin demokrasi arayışıyla yakınlaşmasına, bu kesimlerin birbiriyle temas etmesine yönelik daha güçlü bir ‘alerji’ye işaret ediyor.
Bu durum, hiç değilse “Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olması” gibi bir paydada birleştiği varsayılabilecek siyasal güçlerin pozisyonlarını önemli hale getiriyor. Solun geniş bir kesimi, sosyalistler; toplumun ve emekçilerin örgütlü, en ileri kesimleri; hatırı sayılır bir ağırlıkta aydın, sanatçı ve entelektüel ortak bir demokrasi mücadelesi konusunda mutabıklar, üstelik zaman zaman katalizör rolü de oynayarak bu konuda nispi bir enerji gösteriyorlar.
Haziran ayı sonunda başlattığı Adalet Yürüyüşü ile üzerindeki ataleti atacağı umudu uyandıran CHP ise, önce Cumhuriyet gazetesi davasına, ardından Vicdan ve Adalet Nöbeti’ne –‘temsil düzeyi çok yüksek’ ama nihayetinde işte ‘heyet’ düzeyinde– katılarak daha temkinli davrandı.
CHP, ‘Yenikapı Ruhu’ adıyla anılan çerçevenin dışına çıktığı koşullarda iktidar tarafından ‘gayrımeşru’ ve giderek ‘illegal’ gibi gösterilip, kendisine böyle muamele edileceğini kendi milletvekillerinin de tutuklanmasıyla gördüğünde, ‘Adalet Yürüyüşü’ ile refleks gösterdi. Kendi organik varlığına da içkin olan rejimin büyük oranda el ve biçim değiştirmesiyle siyasal denklemin dışında kalan CHP, artık resmen sistemin de dışına itiliyordu. Buna karşı, tam da ‘sistem dışı’ bir tepki olarak İstanbul yürüyüşü başlatıldı. Bu tepki, yürüyüşün ve etrafındaki siyasal atmosferin oldukça geniş toplum kesimleri tarafından benimsenmesine yol açtı.
Bu dinamizm, CHP için yeni bir fırsat anlamına geliyordu:
Devletin AKP iktidarı tarafından artık büyük oranda tadil edildiği koşullarda işlevini yitirmiş ‘eski siyasal merkez’in kalıntılarını içermeye çalışarak, vitrine taşıyarak yapılan bir ‘toplumsal genişleme’ yerine; toplumun farklı kesimlerinin sosyal-siyasal talepleri üzerinden ve bu kesimlerle birlikte mücadele ederek sağlanacak bir ‘genişleme’…
Yer yer dumanı tütse de nihayetinde sönmüş olan kül ve taş yığınından ibaret ölü bir volkan gibi, ‘eski merkez siyasetin’ kalıntılarının, dolayısıyla bazı ‘devlet sağcıları’nın içerilmesi yerine; başta adalet olmak üzere, toplumun baskı altındaki tüm kesimlerinin haklar ve özgürlükler mücadelesince içerilmek…
Bu ‘fırsatlar’ halen güncelliğini koruyor. Ancak belki de ilk olarak, “Kadıköy’de polis bariyerleriyle tecrit edilen sadece HDP miydi” sorusuna anlamlı bir karşılık vermek gerekiyor. Gerek nöbet boyunca kurulan bariyerler, gerekse son günkü yürüyüşte, neredeyse ayrımsızca ‘etrafa’ yönelen şiddet, HDP’nin yanı sıra toplumun önemli bir kesiminin de ‘tecrit’ edilmesinden başka bir şey değil.
Bu ‘tecrit’, müftülere nikah yetkisi, Atatürk büstüne baltalı saldırı gibi konular üzerinden yürütülen tartışmalarda da nüksediyor bazen. Farklı toplumsal kesimlerin ortak taleplerini, ‘kimlik kavgaları’nın gürültüsünde boğma, öteden beri oynanan bir iktidar sporu. Ama muhalefeti farklı tutumlara zorlamak ve olası birlikleri zedelemek üzerine kurulu bu sistem, eskisinden farklı güçleri içeren iktidar blokunda da –hatta onun ana gövdesini oluşturan AKP ve çevresinde de– sarsıntılara yol açıyor artık. “Yeni bir devlet kuruyoruz” sözüyle başlayan tartışma, devletin en devletçi unsurlarının da dahil olduğu iktidar koalisyonu için oldukça zorlayıcı oldu örneğin. Başta Erdoğan (üstelik iki kez) olmak üzere, iktidarın belli başlı tüm yüzlerinin, Binali Yıldırım’ın, Bekir Bozdağ’ın, parti adına Mahir Ünal’ın “laf sahibine ait, bizi bağlamaz” yönündeki ‘izahatları’, sıkıntıyı gösteriyor.
Ancak, iktidar sözcülerinin bu açıklamalarına yol açan ‘iktidar bloku içi homurdanmalar” bir yana bırakılırsa; sanki “devlet” zaten “yeni” bir takım ellere geçmemişçesine, neredeyse bir tabu olarak “devlet” kavramına sarılan ‘muhalif’ itirazlar, o devleti zaten elinde tutan iktidar için kolay savuşturulabilir itirazlar oluyor.
Bu esnada, tıpkı ‘eskisinin’ yaptığı gibi devletin ‘yenisi’ de ülkenin farklı toplumsal kesimlerinin demokrasi arayışlarını, zor kullanarak birbirinden, aslında toplumu tümden tecrit ediyor. Nuriye ve Semih’i hapsederek, dışarıdaki onbinlerce KHK mağdurunu, bunların ortak mücadele azmini; Vicdan ve Adalet Nöbeti’ne karşı Yoğurtçu Parkı’nın etrafında ‘üç halkalı bariyer’ kurarak, birleşebilecek toplum kesimlerini birbirinden ‘ayırıyor’. Yaz başında iktidarın siyasi hamle üstünlüğünü sarsan “Adalet” kavramının yanına “Vicdan”ın eklenmesi önemliydi. Bunların birbirinden tecrit edilmesine izin vermemek; tüm toplumun hukuk ve adalet arayışının, çalışan sınıfların sorun ve taleplerinin, barış çabasının, kadınların hep etkili olan direnişlerinin, laiklik mücadelesinin birleşebilmesi için ilk koşul gibi görünüyor.