Tedirgin edici dünyanın epiği: Körlük

Körlük, hem biçimsel hem de düşünsel anlamda okuruna ödevler veren, kendi üzerine düşünmeye çağıran, bunu yaparken estetik hazzı üst seviyeye çıkaran bir roman. Sadece salgın, savaş gibi olağanüstü hâl koşullarında değil, konforlu alanlarımızda yaşarken de dünyanın arazlarını görmemizi sağlamanın yanında roman türü üzerine sıkı bir tartışmayı tetiklemesiyle de göze çarpıyor. Lukacs, romanı “tanrıların terk ettiği dünyanın epiği” diye tanımlıyordu. Saramago da yarattığı tedirgin edici evren ile Lukacs’ı haklı çıkarıyor.

Abone ol

Salgının ele geçirdiği bir dünyada yaşanabileceklere dair düşünmeye başladığımızda ilk aklımıza gelen kitaplardan biri José Saramago’nun ünlü eseri Körlük’tür. Anlatılanlar ne kadar rahatsız edici olsa da insanı far tutulmuş bir tavşan gibi kitabın içinde tutan bu eser, aynı anda pek çok tartışma konusuna kapı aralamasıyla da okuru şaşkınlığa sürükler. “İstisna hâli” tartışmalarından Lacan’ın 'gerçek' kavramına, John Rawls’ın “hakkaniyet olarak adalet” fikrinden biyopolitika teorilerine pek çok konuda çağrışımlara açık bir metindir, Körlük. Burada sadece düşünsel tartışmaları değil, edebi tartışmaları da zenginleştiren bir metne imza atar, Saramago.

Bu durumun nedeni Saramago’nun tuhaf bir atmosfer yaratma konusundaki ısrarıdır. Tuhaf kelimesini olumlu anlamıyla kullandığımı hemen belirteyim. Edgar Allen Poe’nun “Orantılarında bir tuhaflık bulunmayan mükemmel güzellik yoktur”, cümlesinde vurguladığı türden bir estetiği vardır Saramago’nun yazdıklarının. Harold Bloom da aynı minvalde bir değerlendirmede bulunur Batı Kanonu’nda: “Kanonsal bir eseri ilk kez okuduğunuzda beklentilerinizin karşılanmasından ziyade tuhaf, tekinsiz bir şaşkınlıkla karşılaşırsınız. -Kanonsal eserlerin- ortak noktası onların tekinsizliğidir, sizi alışık olduğunuz yerde, evinizde yabancı hissettirmeleridir”. Saramago, sadece Körlük’te değil, neredeyse tüm eserlerinde tekinsiz bir evrene davet eder okuyucusunu. Aynı zamanda Bloom’un ev vurgusunu da unutmaz. Bildiğimizi sandığımız, evimizde hissettiğimiz yerlerin ya da konuların bambaşka kapıları, eşikleri, odaları olduğunu keşfederiz.

ŞİDDETLİ TEDİRGİNLİK

Körlük, Saramago’nun tuhaflığının nadide örneklerindendir. Çünkü yarattığı tedirginliğin boyutu tüm eserlerine göre daha şiddetlidir. Körlük’ü rahatlıkla distopya olarak adlandırabiliriz. Hızla yayılan körlük hastalığı tüm ülkeyi sarar. Biz ilk hastalardan karantinaya alınarak toplumdan tecrit edilen küçük grubun hikâyesini okuruz sayfalar boyunca. İlerleyen sayfalarda da körlüğün tüm ülkeye yayıldığını öğreniriz. Tüm toplum körleşir ve yaşanan olağanüstü hâl koşullarında yaşananları kaydedecek bir tanık kalmaz. Tanığın olmadığı durumda insan kötülüğünün sınırları nereye dayanır? Jose Saramago’nun ana sorularından biri budur. Yani Körlük, bir yanıyla distopyaların geleceğe dair kehanetlerini de ikaz etme özelliğini de paylaşır.

Fakat anlatılan hikâyenin her an yaşanabilirliğine okuru ikna etmeye yönelik bir strateji izler Saramago. Gerçekliğin somut görünümlerini ters yüz eden bir anlatım yöntemi izlenir Körlük’te. Betimleme ayrıntılarının inanılmaz zenginlikte ve gerçeklikte kullanıldığı romanda, vuku bulması olanaksız sayılan bir durumun karşısına, oluşan reflekslerin gerçekçiliği yerleştirilir. Burada gerçekçi ayrıntı, Lukacs’ın sözlerini ödünç alacak olursak, görevi tedirginlik yaratmak olan hortlaksı, gerçekdışı bir karabasan dünyasını anlatır. Yazarın gerçekliği dağıtmaya yönelik stratejisi, somut gerçeği daha fazla vurgulamasına olanak yaratır.

Körlük, Jose Saramago, Çeviren: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yayınları, 2017.

İKİRCİKLİ BİR DİSTOPYA 

Gerçeklikteki dağılma kişiliğin dağılmasını yansıtmada da kullanılır. Körlük’te toplumun tamamının kişiliğinin dağıldığını hissetmemiz bundandır. Anlatımda kullanılan mesafeli teknik ise somut bir gerçeklikle karşı karşıyaymışız izlenimini güçlendirir. Anlatıcı olayları tarafsız bir raportör gibi aktarır. Karakterlere karşı mesafesi de – bazen Doktor’un karısını kayırıyor gibi görünse de- aynıdır. Anlatıcının bu konumu, gerçek dışı olanı, gerçek ayrıntılardan oluşan bir çerçeveyle kuşatmaya hizmet eder. Tüm bu stratejilerin hedefi ise gayet basittir: Değerlerine inandığımız modern dünyanın altını kazıdığımızda muhafazakâr, baskıcı ve karanlık dünya ile karşılaşacağımızı vurgulamak. Saramago, bunu yaparken Neocleous’un şu cümlelerine de ilham olmuş olabilir: “Aslında, liberal olan ve otoriter olan çoğunlukla akıl almaz derecede birbirlerine benzer. Kamusal alanın liberal karakterini idealize etmek liberal siyasetin kilit bileşenlerinden birini gözden kaçırma riski taşır – yani baskıcı momentini”. Zaten Saramago bir söyleşisinde Körlük’te yapmak istediğini şöyle tanımlar: “Bu kitapta kendimin ve okurlarımın rasyonalitesini sorgulamaya niyet ediyorum, tabii gerçekten rasyonel olduğumuzu varsayarak”. Dolayısıyla yazarın asıl derdi modern düşünce içindeki efsaneleri yerle bir etmektir. Liberal özgürlük ve kapitalist demokrasi kavramlarının nasıl kırılgan ve baskıcı yönetimlere dönüşme potansiyeli taşıyan yapıda olduğunu anlatabilmek romanın amaçlarından biridir.

Dolayısıyla Saramago’nun, saf bir distopya kaleme aldığını söylemek kestirme bir çözümdür. Körlük asıl gücünü distopya anlatısını ikircikte bırakmasından, aslında ne kehanet ne geleceğe yönelik bir ikaz olmasından, tam da bugünün gerçekliği, sorunları ve tehlikelerinden bahsetmesinden alır. Onun için sayfalarda ilerledikçe farklı düşünsel teoriler havada uçuşmaya başlar. Salgın karşısında devlet refleksleri Agamben’in istisna hâli kuramını nasıl da andırıyor diye düşünmeye başlarız mesela. İlk hastaların kapatıldığı yer, Foucault’ya gönderme mi yapmaktadır? Sistemin gören gözlerinin ortadan kalktığı durumda insanlığın tüm etik ilkelerini yitireceği apokaliptik bir geleceğe mahkûm muyuz? Bu durumda etik tartışmaları, toplum sözleşmeleri çöpe mi atılacak? Bunun gibi pek çok soruyla karşı karşıya kalırız Körlük’ü okurken. Saramago’nun amacı da bu soruları olabildiğince çoğaltarak insanın kendi rasyonalitesiyle yüzleşmesini sağlamaktır.

KARAKTERE DÖNÜŞEN ANLATICI 

Körlük, sadece düşünsel anlamda çok boyutlu olmasıyla dikkat çekmez; roman türüne getirdiği yeni solukla da anılmayı hak eder. Aslında bu özellik tüm romanlarında ortaktır: Saramago, biçim konusunda kendine özgü bir tarz yaratarak okuyucunun okuma alışkanlıklarına bir saldırı düzenler. Uzun paragraflar, sonu gelmeyen ve virgülle ayrılan diyaloglar çok satarların kısa paragraflı yapısına ve derinlik özürlü cümlelerine bir cevaptır. Özellikle üslup, Saramago romanlarının dikkat çekici öğelerinden biri olarak göze çarpar. Saramago “şu benim tarzım olarak adlandırdıkları şeyin temeli 16. ve 17. yüzyıllarda Portekiz’de konuşulan dile duyduğum hayranlık ve saygı” diyerek üslubunun kaynağının Cizvit papazların vaazları olduğunu söyler. Kaynak bu vaazlar olsa da Saramago’nun yöntemi sabit bir gerçeği dayatmaktan çok, sürekli sorgulama zemini yaratmaya hizmet eder.

Saramago’da anlatıcının konumu kendine özgüdür. Anlatıcı konuyla ve karakterlerle mesafelidir. Bu açıdan Dostoyevski, Kafka gibi ustaları takip ettiğini düşündürür, Saramago. Ancak tüm romanlarında karşımıza çıkan bu anlatıcı, roman karakteri gibi metnin içine sızmayı başarır. Kimi zaman metne mesafeli bir raportörün sesini duyduğunuzu hissederken kimi zamansa hayat tecrübelerini okuyucuyla paylaşan, anlık olaylara yorumlarını katmaktan çekinmeyen bağımsız bir roman karakterine dönüşür. Anlatıcısını kendinden özerk bir karakter hâline dönüştürmüş olması Saramago’nun özgün buluşlarından biridir.

Körlük, hem biçimsel hem de düşünsel anlamda okuruna ödevler veren, kendi üzerine düşünmeye çağıran, bunu yaparken estetik hazzı üst seviyeye çıkaran bir roman. Sadece salgın, savaş gibi olağanüstü hâl koşullarında değil, konforlu alanlarımızda yaşarken de dünyanın arazlarını görmemizi sağlamanın yanında roman türü üzerine sıkı bir tartışmayı tetiklemesiyle de göze çarpıyor. Lukacs, romanı “tanrıların terk ettiği dünyanın epiği” diye tanımlıyordu. Saramago da yarattığı tedirgin edici evren ile Lukacs’ı haklı çıkarıyor.