Hülya Koçyiğit bir çırpıda, “onlar gazeteci filan değil” minvalinde laflar ediyor! Her yazı yazana gazeteci mi diyeceğiz gibisinden laflar. Bayâ bayâ “terörist onlar” diyor sanki gazetecilere. Hadi diğer birçoğunu tanımaz ve hapisteki üç gazetecinin adını bile sayamaz belki; sayamadığı için de kimse yadırgamaz onu. O bir Hülya Koçyiğit ne de olsa. Fakat Kadri Gürsel’i de mi bilmiyor?
Hayat bir şekilde yaşanıyor. Hayat bir şekilde son buluyor.
Demiştim ya, altı üstü bir hayat... Altı üstü bir hayat diye,
teferruattan mı sayacağız canım hayatlarımızı?
Hülya Koçyiğit de“vatan söz konusu ise gerisi teferruattır”
demiş. Siyah beyaz ekranlardan taşramızın sıkıcı akşamlarına çok
aşk, çok incelik ve çok güzellik düşürdüğü için “sensin teferruat”
bile diyemiyorum. Varsın öyle desin diyorum.
.
Bizi bu vefa duygusu mahvetti... Oysa Hülya Koçyiğit bir
çırpıda, “onlar gazeteci filan değil” minvalinde laflar ediyor! Her
yazı yazana gazeteci mi diyeceğiz gibisinden laflar. Bayâ bayâ
“terörist onlar” diyor sanki gazetecilere. Hadi diğer birçoğunu
tanımaz ve hapisteki üç gazetecinin adını bile sayamaz belki;
sayamadığı için de kimse yadırgamaz onu. O bir Hülya Koçyiğit ne de
olsa. Fakat Kadri Gürsel’i de mi bilmiyor? Hani o Yeşilçam
filmlerinin beyefendilerini hatırlatan, onların zarafetini ve
sükûnetini televizyon tartışma programlarına taşıyan gazeteci? Hani
o 1986 yılından beri “gazeteci” olan gazeteci? Peki.
Ben bir şey diyemiyorum ama en yogalı, meditasyonlu, çakralı ve
fiyakalı biçimde “hayat güzeldir” savunusu yapanlarımız bile bu
“teferruatlı laf” üzerine niye düşünme ihtiyacı duymuyor. Şöyle bir
soruyu niye kimse aklından geçirmiyor mesela; her şeyin ve herkesin
gerekirse “teferruat” sayılabildiği bir yer yine de vatan
mıdır?
Biraz düşünelim. Sevdiğimiz her şeyle birlikte üzerinde
hayatlarımızı sürdürdüğümüz yurt ve coğrafya olarak vatanımız
elbette ilelebet yaşasın, payidar olsun isteriz. Fakat bu
payidarlığın şu yüzyılda başka veciz sözlere ve başka vaatlere
bağlanması gerekmiyor mu? İlelebet yaşamasını isteyeceğimiz şeyler
için geri kalan her şeyi teferruattan saymak, er ya da geç toprak
olacak bedenleri peşinen toprağa iliştirmek şart mı? Bu ülküsel
katılıklara mahkum muyuz? Başka hayallerimiz olamayacak mı? Sağı da
solu da dikkate değer biçimde tutsak almış katılıklar bunlar.
Herkesin kendince eski yeni veciz sözleri var. Oysa zaten
hayatlarımızın gündelik olarak son derece teferruattan sayıldığı
bir toplumda, cumhuriyet de, demokrasi de, vatan da yaşatılacaksa
ve gerçekten yaşatılmak isteniyorsa hayata, yaşamanın kıymetine
vurgu yapılmak zorunda. “Ölürüm” diyene karşı, “ben senden bin kere
daha hızlı ölürüm” diyenlerle gidebileceğimiz hiçbir yer yok. Kaldı
ki bunu söyleyenlerin hepsi de yüzyıl yaşıyor; hayata, paraya,
dünya malına kene gibi yapışıyor. Başkalarının evlatlarını ölmeye
çağırıyorlar sadece...
SAVAŞA VE ÖLMEYE ÇAĞIRAN SES
Bu ses sıklıkla ganimet toplama derdindeki, bencil, zalim ve
tehlikeli bir sestir. Bunu da unutmamak lazım. 5'inci yüzyılda bile
bu hakikati ayan beyan dile getirenler var. Fabl türünün son
ozanlarından Avianus bu türdeki “Silahlarını Yakan Asker” (1) adlı
bir öyküsünde, savaşlardan bıkarak, bütün silahlarını odun ateşi
kurup orada yakacağına yemin eden bir askerden söz eder. Zamanı
geldiğinde de gerek ölen askerlerden gerekse kaçan düşmandan kalan
silahları birer birer ateşe atar. Sıra ateşe atılan bir borazana
geldiğinde, borazan gür sesi ve nefesiyle herkesi silah başına
çağırdığını, yıldızların da buna şahit olduğunu başka da bir şey
yapmadığını söyleyerek yakılmaya isyan eder. Asker ise ona ateşte
çatırdayarak çekeceği acının çok daha büyük olacağını zira hiçbir
şeye zarar vermemiş gibi görünüyor olsa da başkalarını savaşa
çağırdığı için çok daha zalim olduğunu söyler.
Ozan Avianus’un bir borudan alıp veremeyeceği şey ne olacak
sonuçta? Borazan metaforuyla savaşı kutsayan sesleri işaret ediyor.
Kitabı bana hediye eden arkadaşlarım Demet ile Aydın sağ
olsunlar... Kıssadan hissesi çok bir kitap. En ilginç olanı da
güncel meselelerimizin birçoğunun 1500 yıl öncesinde bile sorum
sorum sorgulandığını görmek. İnsan evladı ne kadar da garip,
binlerce yıl önce hemen her şeyi düşünmüş ama bu güzel düşünceleri
herkese yaygınlaştırmaya üç günlük dünyadaki hırslar ve çıkarlar
izin vermemiş.
Karar bizim; 1500 yıl daha hırsla kalkıp zararla oturmaya,
dolduruşlara gelmeye, altı üstü bir tane olan hayatlarımızı peşinen
toprağa iliştirmeye devam edecek miyiz? Bunu yaparken gömüldüğümüz
mutsuzluğu da “aşkın zehir olsa yine içerim” diye sahiplenecek
miyiz? Mutsuzluğun içten içe çürümek olduğunu ve ilelebet payidar
kılmak istediğimiz her şeyi de kendisiyle birlikte çürüttüğünü
görecek miyiz?
Görmek lazım bence. Yoksa “ilelebet”lik değil ancak ibretlik bir
geleceğimiz olabilir.
(1) Kabalcı’nın geçen yıl küçük kırmızı bir kitap olarak
yayınladığı Avianus fabllarını Latince’den Asuman Coşkun Abuagla
çevirmiş.