Dün yayınlanması gereken yazım bugüne kaldı. İstanbul’daydım. Arkadaşım Işıl’ın beni misafir ettiği ev ortamı her şekilde uygundu ama yazamadım bir türlü. Işıl’dan söz etmişken, bizimkisi “ilk bakışta arkadaşlık” türünden bir arkadaşlıktır. Okul, mahalle ya da iş yeri gibi herhangi bir ortak dünyada kökleri yoktur ve son on beş yılda toplamda ancak üç kez görüşmüşüzdür. Fakat bir araya geldiğimizde, yıllar önce bir virgül koyarak bıraktığımız sohbeti, aynı yakınlık düzeyinden sürdürebiliriz. Aki Kaurismäki filmlerindeki gibi bir arkadaşlık işte. Tek fark Kaurismäki’nin kuzeyli insanlarının bizim gibi konuşkan olmamaları. Onlar daha çok bıraktıkları yerden karşılıklı susmaya devam ederek sürdürüyorlar yakınlığı. Dediğim gibi, İstanbul’da yazma moduna giremedim bir türlü. Zaten İstanbul’a kısa süreliğine gidince, insan olsa olsa kısa film moduna girebilir ki karda kışta da kim film çekecek?
İstanbul’a Barış Akademisyenleri davası için gitmiştim. Barış Akademisyenleri olarak çoğumuz oradaydık. Işıl’ın kız kardeşi Burcu da ihraç edilmiş genç bir barış akademisyeni. Burcu, dünyalar tatlısı Ada bebeğiyle geldi Çağlayan’a. Mahkemeyi değerlendiren çok arkadaşımız oldu, o yüzden bugün artık girmiyorum bu konuya. Davalar sürüyor, bu konuyu takip etme ve yazma görevini başka bir gün devralacağım ben de.
Haftanın politik olayı da skandalı da boldu ama bunları yazmak istemiyor canım. Man Adası olayları ilgimi çekmiyor. Zaten kadın kısmının Man Adası ile ne işi olur? Bakın işte oraya parası düşenlerin hepsi de erkek. Nedense bu adayla ilgili haberleri okuyunca Agatha Christie’nin On Küçük Zenci isimli romanı geliyor aklıma. Bu kez de kindar yargıcın biri bunları kandırmış olmasın diye düşünüyorum. “Trilyoncukları şu adresteki adaya gönderi gönderiverin, bi şey deniycem” demiş olabilir mi bu tefrika mağdurlarına?
“Tefrika” sözcüğünün, bölümlere ayırarak yayınlanan yazı dizisi yanında, ikilik ve ayrışma gibi anlamları var. Bu ikinci anlamı “birbirine kötülük etmeye değin varan sürekli anlaşmazlık, ikiye ayrılma” biçiminde açıklayanlar da var. Kısacası, arkası yarın türü yazı dizisi olarak da, önce ayran içip sonra ayrı düşmek olarak da düşünseniz, bu “tefrika mağdurluğu” tanımı, ilgili şahısların üzerine bir Emperio Armani takım elbisesi gibi oturuyor. Tefriken mağdur onlar... Trilyonlarını Robinson cevvalliğiyle uzak bir adada istiflerken de, hayırsever yurttaş için nota verirken de, notayla sarmalanmış vatandaşı iki gün sonra azılı casus ilan ederken de mağdur. Tefrika mağdurları... Arkası yarın.
Agatha Christie’nin romanına gelince; biliyorsunuz bu romanda farklı mesleklerden ve sosyokültürel gruplardan insanlar isimsiz bir davetiye ile bir adaya davet ediliyor ve adada büyük bir sürprizin onları beklediği söyleniyordu… Davetliler de heyecanla bu davete icabet ediyordu. Heyhat, gidiş o gidiş… İçli, fil hafızalı ve de hunhar bir yargıç meğersem kin çıkaracakmış hepsinden. Olay buymuş. Spoiler mı verdim? Ne spoiler’ı kardeşim, yüz yıllık klasik polisiyeyi şimdiye kadar okumadıysanız daha da okumayın zaten. Neyse işte Man Adası olayını yazmayacağım demiştim. Yazmıyorum.
Bugün size, yaptığım girizgahı da beyhudeleştirmeyen bir biçimde, hayattan ve filmlerden söz edeyim dedim. Yazının başında da Finli yönetmen Aki Kaurismäki’den söz etmiştim zaten. Oradan devam ediyorum. Yeri gelince mübalağadan çekinmediğimden, bütün zamanların en iyi yönetmeni olarak selamlayabilirim kendisini. Başka Sinema gösterimleri kapsamında Kaurismäki’nin Umudun Öteki Yüzü isimli filmini izledik geçen hafta.
Hayatta en çok ihtiyaç duyduğumuz şey bu umut. İçinden umut geçen yazılar, filmler, aforizmalar, enstantaneler. Fakat bu kadar mı güzel umut vaat edilir? Merak etmeyin, burada spoiler vermeyeceğim tabii. Her filmini santim santim izlediğim Kaurismäki’nin sinemasıyla ilgili genel bir şeyler söyleyip, oradan konuyu bir cümleyle İstanbul seyahatime bağlamak ve nihayetinde de politik hayatımıza dair bir kıssadan hisse döktürerek bu yazıyı tamamlamak istiyorum.
Aki Kaurismäki yaşını başını almış bir yönetmen. Onlarca da filmi var. Eleştirmenlerin ve diğer ahkamcıların deadpan humor olarak adlandırdığı bir komedi türünde filmler yapıyor. Bu türü maalesef bir çalımda anlatamam size. Sadece espri yaparken dünyanın en ciddi şeyini söylüyormuş gibi davranan cool adamlar ve kadınlarla dolu bir tür diyeyim size. Ayrıntılı açıklamalar için siz de şu linke bakarsınız artık. Kaurismäki’nin filmleri sanki yer çekiminin görece az olduğu bir coğrafyada geçiyormuş gibidir. Heybetli Finli adamlar adeta ay yüzeyini adımlıyormuş gibi hafif ve esnek adımlarla yürürler. Filmlerdeki o cool tarzı ve lirik atmosferi yaratan şey biraz da bu yürüyüş tarzı ve beden dilidir.
Kaurismäki filmlerinde insanların ekseriyeti insandan ziyade bir “insan ideali”ne benzer. İbiş kılıklı, tiksinç birkaç kötü adam olsa da bu kötü adamlar başarısızlığa mahkum olur hep. Geri kalan ise elindeki üç kuruşu, üç kuruşu bile olmayanla paylaşan, insan gibi aşık olan, aşkının ve sevgisinin sorumluluğunu alan ve gerekiyorsa bu aşkların mevlîdini de vakar içinde okutan insanlardır. Kolayca ürkmeyen, şaşırmayan ve gereksiz yere konuşmayan, Diyarbakırlıların deyişiyle “kendini meymun etmeyen” insanlar.
Aki Kaurismäki filmlerinin en dikkat çekici tarafı da Finlandiya varoşlarında tecrübe edilen muazzam bir soyluluktur. Yoksul insanların çaresiz dünyalarından asaletle süzülen bir ruh soyluluğu… Bu hafta okuduğum bir röportajında Umay Umay, Kazım Koyuncu’nun ona, “bir an bile soysuz müzik yapma” dediğini söylüyor. Kaurismäki filmlerinde de işte Kazım’ın anlatmak istediği türden bir soyluluk hakim. Bu filmlerde hayat çürümenin ve yozlaşmanın her türüne direniyor. İnsanlar birbirini seviyor. Net bir biçimde. Korkunç kayıplardan çıkıp gelmiş Suriyeli bir mülteciyi, yumruğunu burnunun ortasına patlattığı dev gibi restoran sahibi de, Finli kadın garson da kısa sürede kardeş gibi bağrına basıyor. İnsanın kalbi ısınıyor Kaurismäki’yle.
İşte öyle. Kaurismäkiciğim hepimizin ihtiyacı olan ruh yüceliğini öyle ince, öyle derin, öyle hafif anlatıyor ki, Man Adası zombilerinin filan nasıl çirkin, nasıl aç, nasıl hoyrat olduklarını düşünüyorsunuz ister istemez.
İstanbul’dan dönerken hızlı trende tam önümde oturan, Kaurismäki karakterleri gibi iki yolcuda da gördüm bu zarafeti. Suadiye’deki kentsel dönüşüm mevzu üzerinden, tatlı tatlı flört ediyorlardı. Neredeyse bir buçuk saat sürdü bu sohbet. Fakat duyduğum kadarıyla bir telefon numarası bile istemediler birbirlerinden. Feysbukuma ekleyim seni demediler. Aynı semtteki bir pastaneyi sevdiklerini fark ettiler kurcalaya kurcalaya. “Rastlaşırız zaten” dedi adam. “Rastlaşırız” dedi kadın. Ciddi bir zahmete girmeyi, düzenli, düzensiz aralıklarla o pastaneye gitmeyi yani, göze aldılar. Adam gökkuşağı renkli çizgili bir külah geçirmişti kafasına. Külahın altından altın bukleler dağılıyordu sağa sola. İlk bakışta kesin olarak yabancı ve muhtemelen Danimarkalı sanıyordunuz. Ama işte birden bire -Denizlili olduğunu düşündüren- “yıkıcekler” filan gibi laflar ediyordu. Kadın da bir Aki Kaurismäki filmine alıp koyabileceğiniz bir kadındı. Tombik, gösterişsiz ama aynı zamanda yapmacıksız, özgüvenli ve etkileyici. Hiç kaçırmadığı bakışları ve sakin tebessümüyle dinleyen ve konuşan bir kadın. Onları göz ucuyla izlerken içim nedense umutla doldu.
Hayatı sımsıkı kavrayan inatçı bir umut ve ruh yüceliği şu sıra hepimize en çok lazım olan şey. Umudun yüzlerine sizin için bakmaya devam edeceğim. Bu da bizim tefrikamız olsun.