Aidiyet duygusunun ya da tanıdıklık hissinin bizi merkezimize
mıhlayan bir işlevi var sanki. Ancak kendi merkezimizdeyken güvende
ve iyi hissedebiliyoruz. Çünkü merkezimiz, ruhsal zeminimizi
oluşturuyor. Ruhsallığımız orada dengede ve ayakta durabiliyor.
İnsan bir yere, bir ilişkiye, bir şehre ait hissetmeyince kendi
merkezinden uzaklaşıyor. Çünkü merkezimize aldıklarımız aslında
yakın olduklarımız. Buradaki yakınlıktan kastım birini sevmek, ona
olumlu duygular beslemek değil. Epey nefret ettiğimiz,
öfkelendiğimiz, sevmediğimiz birini de yakınımızda tutuyor hatta
onu merkezimize alıyor olabiliriz. Tanıdıklık hissi illa olumlu
atfedişlerimizle ilgili değil.
Dışarıda bırakmak istediklerimizle de şansımız yaver giderse
uzağa düşüyoruz. (Lütfen yaver gitsin.)
Dışarıda bırakmak isteyip de burnumuzun dibinde bitenlerin
hesabını ise bilinçdışımıza devrediyorum. Vardır onun bir
bildiği!
Merkezimizden uzak düşünce kendimizi zeminsiz bir boşluk içinde
hissedebiliyoruz.
Rollo May’e göre “içteki boşluk, dışla bir duygusuzluk
ilişkisidir; ve uzun vadede, bu duygusuzluk korkaklık olarak
birikir. Bu yüzden bağlanışımızı her zaman kendi varlığımızın
merkezinde temellendirmek zorundayız, yoksa hiçbir bağlanma otantik
düzeye varamaz.”
Merkezimizden uzaklaşınca kaygı havuzunun içine düşebiliriz.
Kaygı bu zemin kaybının bir yansıması gibidir. Çabamız ise ruhsal
dengeyi yeniden bulabilmek.
Kaygıyı veya daha mesleki bir jargonla ifade edecek olursam
anksiyeteyi, bireyin kendi merkezini, kendi varoluşunu korumak
amacıyla kullandığı yöntemlerden biri olarak düşünmek, onu
yönetmemizi de kolaylaştıracaktır.
Kendi merkezimizi yitirmenin romantik ilişkilerdeki yansımasına
terapi odasında şahsen sıkça tanık oluyorum.
Kendi merkezimizi bulabilmenin yolunun her yerde ve her koşulda
“tek başına kalabilme” becerimizi geliştirmekten geçtiğine ve tek
başına kalabilme becerimiz geliştiği oranda sağlıklı birliktelikler
kurabileceğimize inanıyorum.
Günümüzdeki ilişkilere baktığımızda kişilerin tek başına
kalabilme becerileri gelişmediğinden, duygusal tarafı zayıf, bağ
değil bağlantı kurulan, çiftleşilen ama çift olunamayan, çabuk
tüketilen, çürütülen ilişkiler kurulduğunu görüyoruz.
Bir “takılma kültürü”dür alıp başını gidiyor. Takılma kültürünün
yarattığı yozlaşma, derinlikli ilişki kültürünü yok ediyor ne yazık
ki.
Niye yazık peki?
Çünkü “takılma” dışarı odaklı bir eylem. İçerisiyle bağlantıyı
kesintiye uğratabiliyor.
Tek taraflı ve sonuç odaklı. Dışarıdaki bir şeyle takılınır.
Çünkü “takılmak” kelimenin kökeni itibarıyla da dışarıyla
ilişkilidir.
Derinlikli bir ilişki, hem iç hem de dış dünyayı sürecin
içerisine katar.
Takılma kültürü, kişinin kendi içinde bulamadığını dışarıda
aradığı ve alternatiflerini çoğaltarak amacına ulaşabileceği
yanılgısını taşır. Yazıklığı da buradadır.
Bu işi sosyal medya ve Tinder, OkCupid gibi birtakım ilişki
aplikasyonları da epey kolaylaştırıyor.
Fast food sipariş etmek gibi fast ilişki(!) hizmeti
sunabiliyorlar.
Slow Food devrimi gibi bir slow ilişki devrimi mümkün
olur mu acaba?
Yakın ilişki kurabilmek cesaret gerektiren bir şeydir. Riskleri
vardır. Getirdiği korkular vardır. Çünkü kurduğumuz ilişkinin bizi
nasıl evirip çevireceğini, dönüştüreceğini, ortaya dağınıklık mı,
dirlik düzen mi getireceğini bilemeyiz. Kurduğunuz yakın ilişkinin
“anlamlı” olabilmesi için kendinizi ilişkiye yatırabilmeniz ve ona
yatırım yapabilmeniz gerekmektedir. Yatırım yapmaktan kastım
fedakârlık yapmak, emek vermek değil. Orada olmaktan ve
ilişkinin/hayatın akışına dahil olmaktan bahsediyorum. Orada
olduğunuz vakit fedakârlık, emek gibi kelimeler yapılması gereken
değil, kendiliğinden oluveren eylemler haline gelir.
Günümüz ilişkilerindeki yanlış anlaşılan yakınlığı Rollo May çok
güzel ifade ediyor;
“Otantik yakınlık için kurulan cesaretin kamçılanmasına engel
olmak için günümüzün yaygın bir pratiği sorunu gövdeye kaydırmak,
onu basit bir fiziksel cesaret haline getirmektir. Toplumumuzda
fiziksel soyunma, ruhsal ya da tinsel soyunmadan daha kolay.
Gövdemizi paylaşmak, daha kişisel olduğu hissedilen ve
paylaşılmasının bizi daha zedelenebilir kıldığını denediğimiz
fantezilerimizi, umutlarımızı, korkularımızı ve arzularımızı
paylaşmaktan daha kolay. Tuhaf nedenlerle en çok önem taşıyan
şeyleri paylaşmakta utangacız. Böylece insanlar, bir ilişkinin daha
‘tehlikeli’ olan yapısından kurtulmak için hemen yatağa atlayarak
kısa devre yapıyorlar. Ne de olsa gövde bir nesnedir ve ona mekanik
davranılabilir. Oysaki fiziksel düzeyde başlayan ve kalan yakınlık
otantikliğini yitirmeye eğilimlidir ve az sonra kendimizi boşluktan
kaçar buluruz.”
İşte bu “kısa devre yapma” hali, ana şalterin atmasına sebebiyet
veriyor. Merkezden uzaklaşma dediğim tam da burası.
Bu duruma elbette korkular, kaygılar eşlik ediyor.
Yakın olma korkusu, beraberinde kaybetme, başkası tarafından
yutulma, bağımsızlığının alınması, benliğini ve özgürlüğünü
yitirme, terk edilme gibi korkulara da kucak açıyor.
Ve bu riskleri almaktansa ruhsal yakınlık kurmayı reddeden
kişiler haline gelebiliyoruz.
Birbirimize bedenlerimizi sunarken ruhlarımızın çıplaklığını
göstermekten utanıyoruz.
Bedenlerimizin terli yerlerine dokunuyoruz da, ruhlarımızın
terli yerlerine tahammül edemiyoruz, hatta ondan iğreniyoruz.
Biz olmanın “ben” olmayı yok edeceğini zannediyoruz.
Birbirimizin hayatına dahil olmaktan korkuyoruz çünkü dahil olmayı,
özerkliğin yitimi gibi algılıyoruz.
Birliktelik-bireysellik dengesini kurmakta ne yazık ki çok
zorlanıyoruz.
Birileri de bizi alsın, sürüklesin, uçursun istiyoruz ama
kendimizi bırakamıyoruz. Birilerine tutunmak istiyoruz ama kimseyi
tutamıyoruz.
Arthur Schopenhauer’in 1851’de yayınladığı 'Parerga ve
Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler’inde geçen ve çoğumuzun
bildiği kirpi hikâyesinden bahsetmek istiyorum;
Bir kış sabahı çok sayıda kirpi, donmamak için birbirlerine
yaklaşırlar. Az sonra, oklarının farkına varıp ayrılırlar. Çünkü
oklar birbirlerine batıp onları rahatsız eder.
Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaşırlar ve oklar rahatsız
edince yine uzaklaşırlar. Daha sonra hem soğuktan donmayacakları
hem de okların batmayacağı bir mesafe bulup orada dururlar.
Bu mesafeyi ayarlayabilmek hem tek başına kalabilme becerimizi
geliştirmekle hem de korkularımızla yüzleşmekle mümkünmüş gibi
geliyor bana.
Yazının en başına dönecek olursam kendi merkezimizi bulmak
sadece kendimiz olmayı değil, aynı zamanda başka benliklere hak
ettiği mesafelerde katılmayı sağlıyor.
Böylece kendimizi de daha iyi tanıyoruz. Çünkü dışarıdaki
benlikler içimizdeki başka benlikleri de keşfetmemizi sağlıyor.
Pascal’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Mutsuzluğun tek nedeni,
insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir.”
Tek başına olabilmeyi başarabildiğimiz oranda başkalarıyla da
olabilmek mümkün olacaktır.
Kendimizle kurduğumuz yakınlık, başkalarıyla kuracağımız bir
yakınlığa da götürecektir bizi.
Tek başınalığı başaramadığımız ölçüde yalnızlık kaçınılmaz
olacaktır .