Tek çaremiz yaşamak

Bazen düşünüyorum, yoksa onlar mı haklı ? Bu kadar zeki, yaratıcı, cesur, dünyayı karşısına alacak kadar güçlü insanlar bir karar almışlarsa, elbette bir bildikleri vardır. İşte o “bildikleri” şeyin karanlığı, bilinemezliği, anlaşılamazlığı karşısında saygıyla eğilmekten başka çare kalmıyor.

Abone ol

Bu dünyayla, verili hayatla uzlaşamayan, uzlaşmak istemeyen, her türlü umudu reddeden bir şair türü var. Bu şairler yaşamıyor olmayı yaşamaya tercih ediyorlar. Yaşamıyor oldukları zaman mı gerçekte yaşadıklarını düşünüyorlar acaba? Sanki biraz da öyle. Hani yaşıyor olsalar şu yazdıkları şiirlerle böylesine mitleşebilecekleri, bazı ardıllarının nezdinde idol olacakları, efsaneleşecekleri konusunda emin değilim. Ama yaşamaya karşı yaşamamayı tercih ettiklerinde, yazmış oldukları metinler ne olursa olsun, “korkunç bir hakikat” niteliği kazanıyor. Örneğin bu tür bir şair olan Nilgün Marmara’nın kendi istenciyle yaşamına son vermesinin ardından Cemal Süreya şunları yazacaktır 841 numaralı “Günler”inde: “Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. (F. Scott Fitzgerald’ın çılgın karısının adı, Zelda. Cemal Süreya Nilgün’e bu adla sesleniyordu –S.B.-) Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel; ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile Gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan şöyle söz ettim: Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün'ün yüzünde. O zamanlar görememişim; bugün ortaya çıkıyor". (841. Gün)

Nilgün Marmara

Oysa çok önce, 11 Şubat 1963’de, yine kendi istenciyle yaşamıyor olmayı tercih eden bir şair daha vardı. İlginç olan şu ki, bu şair, bu kadın, Nilgün Marmara’nın Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı tezin konusuydu: “Slyvia Plath’ın şairliğinin, intiharı bağlamında analizi”. Evet, Sylvia Plath… Ölümüyle insanı yaşama bağlayan şair. Denir ya, “İnsan kaç hayat yaşarsa, o kadar ölümle ölür”. Gidenin arkasından konuşmak kolay. Ama yine de hatırlayalım: Sylvia Plath, 1932 yılında ABD’nin Boston kentinde doğdu. Otuz bir yaşında, yani 1963 yılında, İngiltere’nin başkenti Londra’da öldü. Londra’ya, İngiliz şair Ted Hughes’un peşinden bir aşk getirdi onu. Birçok insan, Sylvia’nın ölümünden Ted’i sorumlu tutuyorsa bile, bence Sylvia daha doğarken kafasına koymuştu ölüm düşüncesini. Babasının ölümü, bu düşüncenin eyleme dönüşmesinin başlangıç zamanı oldu. Yaşamı boyunca, küçük yaşta kaybettiği otoriter babasından nefret eder ve ilk şiirini sekiz yaşında babasını kaybettiğinde yazar. Disiplinli, çalışkan bir öğrencidir. Çok genç yaşta yazılar ve şiirler yazar. Korkunç tutkuludur. Ama tutkusu bazı genç sanatçılarda olduğu gibi yeteneğinden fazla değildir ve en az yeteneği kadardır. Öğrencilik yıllarında bir yandan edebiyatla uğraşırken, bir yandan da garsonluk, muhabirlik gibi işler de yapar. Tutkusu, bir yazarlık kursuna kabul edilmemesiyle, ölümle ilk kez tanıştırır onu. Uyku hapları içerek, ilk intihar girişiminde bulunur. Kaynaklarda böyle geçse de, ben Sylvia’nın bir yazarlık kursuna kabul edilmediği için intihar girişiminde bulunacağına inanmıyorum. Sonra, bir bursla gittiği Cambridge Üniversitesi’nde genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanışır ve ona aşık olur. Evlenirler. Londra’ya taşınırlar. Yaşadıkları evde, bir zamanlar Yeats de yaşamıştır. Düşünün, tutkuyla şiirler yazan bir genç kız ve ünlü bir şair olan genç adam.. Yan yana iki barut fıçısı! Nihayet, infilak etmek için gereken şey olur: Ted, başka bir kadınla ilişki yaşamaktadır ve evi terk eder. Sylvia, dehşetli bir bunalıma girer. İki çocukları vardır. Sylvia bir gün (11 Şubat, 1963) çocuklarının odasının kapısını herhangi bir gaz sızıntısına karşı bantla kapatır. Başını gaz fırınının içine sokar. Gazı açar. Ve artık sonsuz bir uykuya dalar. Sylvia’yı o gece son canlı gören kişi evinin alt katındaki komşusudur. İntiharından birkaç saat önce Sylvia ondan havayolu postası için pul ister. Aslında her şey o kadar ters gider ki… Doktorunun önerdiği terapistin mektubu postada kaybolur ve geç gelir. Çocuklara bakması için tuttuğu Avustralyalı kız, ölüm günü saat tam dokuzda gelir. Kapı açılmayınca alt komşuyu uyandırmayı dener ama adam sağırdır ve işitme cihazı takmadan uyumuştur. Eve ancak on bir civarında girilebilir.

Sylvia Plath

Aile dostları ve yayıncıları olan Alfred Alvarez, o gün Sylvia’yı aramıştır. Telefona cevap veren olmamıştır. Eve gelir, kapıcıya sorar. Kapıcı, dün sabah Hughes’ların dairesinin kapısına bıraktığı iki şişe sütün hâlâ alınmadığını söyler. Kötü şeyler olduğu bellidir…

Sylvia Plath’ın şiirlerinde, bazı yaklaşımlara göre feminist bir arka plan olsa da, özellikle ‘Deli Kızın Aşk Şarkısı’ adlı kitapta Amerika’yı eleştirmesi ve nükleer savaş konusundaki aldığı karşı  tavır dikkat çeker. Açık bir dille atom bombası ve nükleer savaş konusundaki kaygılarını dile getirir. Amerika’nın tavrını eleştirir. Rosenbergler’in cezalandırılmalarına karşı tavır alır. Şiirlerindeki gerilim, psikolojik hesaplaşmalar öne çıkar.

Sylvia Plath’ın yaşamının ve ölümünün, yakın dönem şiirimizin iki genç şairinde karşılık bulması ilginçtir. 13 Ekim 1987’de yaşamına son veren Nilgün Marmara’nın, Boğaziçi Üniversitesi’nde “Slyvia Plath’ın şairliğinin, intiharı bağlamında analizi” konulu bir tez bile hazırlamış olması, sanki Plath üzerinden intihara çalışmış izlenimi yaratır. Zafer Ekin Karabay, genç, yetenekli, başarılı bir şair ve aynı zamanda hukuk fakültesi asistanıyken, 13 Eylül 2002’de, okuldaki odasının kapı koluna kendini asarak yaşamına son vermeden önce bir mektup yazıp bırakacaktır. Mektubunun bir yerinde şöyle diyecektir: “Hani, ‘hayatın neresinden dönülse kârdır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim. Ben yaşamın neresinden döneceğimi belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında intihar etmesi, Sylvia Plath’ın da Şubat ayında intihar etmesi, benim de 29 yaşımın Şubat’ında intihar etmemi gerektirmez…”

Aslında kendi yaşamlarına soğukkanlılıkla son veren bu son derece cesur insanların, hiç kimseden, birbirlerinden de cesaret almaya ihtiyaçları yoktur. Bu bağlamda, estirdiği ölümcül fırtınaya katılanlar olduğunu hiçbir zaman bilemeyecek olan Sylvia Plath’a dönersek, ta başından beri yazdığı hemen hemen bütün şiirlerinde ölüm izleği görülür. Tıpkı Nilgün Marmara’da ve Zafer Ekin Karabay’da görüldüğü gibi. Benim “intihar mimarları” diye adlandırdığım bu arkadaşlar, ilginç bir biçimde ölüme çalışmışlardır.

Salih Bolat ve Zafer Ekin Karabay 

Sevgili şair, yazar, akademisyen dostum Yusuf Eradam, Sylvia Plath’ın yaşamını ve şiirlerini araştırdığı ve incelediği 'Ben’den Önce Tufan' adlı kitabında, Sylvia Plath’ın şiirsel biçemiyle ilgili olarak farklı eleştirel değerlendirmelerin varlığından söz eder. Bu değerlendirmelere göre bütüncül, biçimci, kendi bilincinde olduğu dönemden sonra şeytansı, ateşli ve anlaşılır olduğu bir dönem başlar. Eradam’a göre, birinci dönemini sağlıklı olarak nitelerken, ikinci dönemini psikonörotik ve intiharcı olarak değerlendiren yaklaşımlar da vardır.

Bazen düşünüyorum (belki de sık sık düşünüyorum), yoksa onlar mı haklı ? Bu kadar zeki, yaratıcı, cesur, dünyayı karşısına alacak kadar güçlü insanlar bir karar almışlarsa, elbette bir bildikleri vardır. İşte o “bildikleri” şeyin karanlığı, bilinemezliği, anlaşılamazlığı karşısında saygıyla eğilmekten başka çare kalmıyor. Aslında buradaki “saygı”, bizim için gerçekte onları anlamaya çalışmaktan vazgeçme davranışından başka bir şey değildir. Hayat karşısında yaşamayı tercih etmek, bize verilen bu “hayat” adlı mucizenin farkına varmak değil midir? Ama söyleyin, haksız mıyım, insan nasıl vazgeçebilir şu ağaçları görmekten, şu bir masal devine benzeyen bulut kümesine bakmaktan, şu şafaktaki kuş seslerini dinlemekten, şu nereden tanıdığını hatırlamadığın adamın selamını almaktan ve ona selam vermekten? İnsan nasıl vazgeçebilir şu gülümseyen çocuğun sıcaklığını hissetmekten, bir yaz sonu patikalar boyunca yürümekten, bir bardak su içmekten? İnsan nasıl vazgeçebilir âşık olmaktan, alçaklıkla mücadele etmenin onurundan? İşte “Buz” adlı şiirimi bu kaygılarla yazmıştım:

BUZ

yapraklara basıyorsun küçük ayaklarınla
sonbaharın aleyhine bir kanıt gibi
konuşurken bir elin boşlukta uçuşuyor
saçlarından fırlıyor diğeri
akşam sazlıklarından havalanan yabanördekleri.

dinle, yaşamamız gerektiğini söylüyor
adanın arkasında parlayan
ve yanmak isteyen çam ormanı,
sen daha uykudayken açılan perde
ve çözülen düğüm
yaşamamız gerektiğini söylüyor gece
gittikçe eriyen karanlık buz.

bunu mutlaka konuşmalıyız:
yanımıza ölünün aynasını alıp çıkmıştık yola
sessizliği kullanan çanı, düş ile yaz arasına
biçim veren uykuyu
kanın tarihini anlatan öyküyü
bulmaya çalıştığımız geçmişi ve anlamadığımız suyu
alıp çıkmıştık yola.

o zamanlar bu öfke yoktu. bu ölüm projeleri
bu yıldız ve gül katliamı yoktu.
güneş vardı,
güneşin aydınlattığı ellerimiz
ve bu ellerimizle ördük kumaşını sonsuz giysinin.
şimdi ölüler görüyoruz. iki dağ, kaskatı yatan
bir heykelin kopmuş bacakları gibi.

evet, yaprakların derinliğine bakıyorsun
henüz kentin alnındaki lekeden söz etmedim ki
henüz söz etmedim yakılan köylerden
köylerin tanıdık kokusundan, belirlenmiş yazdan
ve yazın bırakıp gittiği tuzdan .

yaprakların derinliğine bakıyorsun dikkatli gözlerinle
yolun eğimini onaylayan iki nehir gibi
sisli, büyük ve kederli
yazsonu kumsalında ilerleyen yengeçler.

dinle, yaşamamız gerektiğini söylüyor
kışın karanlığına kapanmış ev
çıkıp gelen konuğun verdiği beklenmedik haber
yaşamamız gerektiğini söylüyor
bir cenazeyi defnetmiş insanların
mezarlık dönüşündeki sessizliği.

(S.B., Rüya Zamanı, 2018)