Tek diş

Siyasal, sosyal, kültürel sefillik hali bir heyula gibi salınmış olsa da şehrin semalarına, umutsuzluk uzak tutuluyor. O ki şehri Diyarbekir'dir, düştüğü yerden hep kalkmıştır, yine kalkacaktır.

Vecdi Erbay verbay@gazeteduvar.com.tr

Konuştukça bir tane dişi görünüyordu. Dudağının sağ tarafında görünüp kaybolan iri, sarı, kirli bir diş. Biraz korkutucuydu. Özellikle öfkelendiğinde kirli sakalı, feri sönmüş gözleri ve o tek dişi ile zombi filmlerinden fırlamış gibi görünüyordu. Ama aynı zamanda hüzünlü ve ironik bir figürdü. Çünkü arkasız kalmışlığına, duyuramadığı gür sesine, biçare kalmışlığına aldırmadan diri bir öfkeyle bağırıyordu. Karısı, "Düşüp öleceksin" diye uyarıyordu. Çünkü şekeri vardı adamın, kalbinde stent vardı.
Benimse aklımda "Kimsin sen?" sorusu dolanıp duruyordu. Soru bir yere varmak istiyor muydu, emin değilim. Sorunun bu şekilde dolanması iyi bir şey miydi? Bunun da farkında değildim. Farkında olduğum şey, Suriçi'nde kime dokunsam aynı diri öfkeyle karşılaşacağımdı.
"Mala te xerab be" (Evin yıkılsın). Bu, Kürtlerin en büyük beddualarından bir olabilir. Görünen tek dişiyle konuşan adamın, kim beddua ettiyse, evi yıkılmıştı. Yıkılan evinin yerine yeni bir ev yapılmıştı. Yeni yapılan evin tam karşısında harabeye dönmüş tek göz bir odaya sığınmıştı. Yeni ve yapıcıları tarafından lüks olarak tarif edilen ev ile tek göz odanın arasında demir bir perde vardı. Demir perde, bir sınır çizgisiydi. Yoksul ile zenginin, mağdur ile muktedirin durduğu, durması gerektiği yeri işaret ediyordu.
"Kimsin sen?" diye soruyordu adam. Evini yıkanlara, düştüğü sefalete çözüm bulmayanlara, ona sırt çeviren hayata soruyordu: "Kimsin sen?"
Adam mı konuşuyordu, ağzındaki tek diş mi, belirsizdi. Yıkılan eve sahip olmak için kum taşımış, betona su vermiş, malzemeler çalınmasın diye geceler boyunca bekçilik yapmıştı. Emeklerinin karşılığı olarak kendisine verilen evi, iş makinasının birkaç darbesiyle yıkıvermişlerdi. Moloza dönüşen evinin kamyonlarla taşınmasını, boş arsaya yeni ve 'lüks' binanın inşa edilmesini günbegün izlemişti. Sesini kimselere duyuramamış, içinde kopan fırtınayı kimse dindirememişti. Hayat ona en kötü oyunlardan birini oynamış, evini yıkmıştı. O, karısının ve çocuklarının gözleri önünde mağlup olmuş bir adamdı. Kederden ve öfkeden hastalanmış, zayıflamış, yorulmuştu. Ancak yine de tek göz odanın önünde ve aslında onu nakavt etmeye çalışan efendilerin önünde dimdik durmaya çalışıyordu. Hayat ve efendiler, ondan yana bakmadan akıp gidiyordu. Durup baksalar, onun şahsında binlerce insanı nasıl perişan ettiklerini fark edecekler ve kim bilir, belki utanacaklardı.

*

"Kimsin sen?" Evini yıkanlara soruyor bu soruyu. "Sizin hiç vicdanınız, merhametiniz yoktur?" Yine soru soruyor. Soru sorduğunu sesindeki vurgudan, bakışlarından anlamak mümkün oluyor. Gözlerimin içine bakıp soruyor ama biliyorum, bana sormuyor. Bana sormuyor ama muhatapları ondan çok uzakta. Üstelik muhatapların bugüne kadar duymadıkları soruyu duymak gibi bir gayretleri ve niyetleri de yok. Garip bir şey vardı ortada: Sorunun muhatapları ensar sıfatıyla sanki başka bir dünyadan zuhur ediyorlardı. Hayatımıza yön veriyorlardı, mesela tek dişlinin evini yıktırıyorlar ve fakat bizden çok uzak bir alemde ahkam kesiyorlardı. Açgözlülük ile riyakarlık, belki hiçbir zaman bu kadar güçlü olmamıştı.
Tek dişli adam bu anlamsız gibi görünen duruma kızıyordu. İşin içinden çıkamıyordu ve bu onu daha çok kızdırıyordu: "Buraya, affedersin, köpek bağlasan durmaz. Görüyorsun işte, bize bunu hak görüyorlar."

*

Karısının üstündeki fistan, yoksulluğa meydan okur gibi, tertemizdi. Kocasını işaret ederek, "Bunun arkası yok" diyordu sayıklar gibi. "İnsanın arkası yoksa hiçbir şeyi olmaz" diyordu kadın, yine kendi kendine konuşur gibi. "Evimizi yıktılar, sanki bir köpek kulübesi yıktılar, dönüp bakmadılar."
Niye baksınlar? Bu soruyu sormadım. Sorsam tek dişli adam daha çok öfkelenebilirdi, kadının konuşurken sesi titriyordu, ağlar diye korkuyordum. Gitmek, dar sokaklarda kaybolmak, bir acıklı hatıra olarak hafızama kazınacağından emin olduğum manzarayı ötelemek istiyordum. Ama kocamış karı kocanın çaresiz bakışlarını sırtımda hissedeceğimi biliyordum ve en çok bundan korkuyordum.
"Sur Kültür Yolu Festivali düzenlenecek" demek istedim. Yaraya tuz basmak olacaktı. Festivalden söz etsem, tek dişli, şehrin şairi Hicri İzgören gibi, açıp yarasını gösterecekti. Karısı, kor gibi cümleyi tekrarlayacak, "Bunun arkası yok" diyecekti.

*

Sur Yolu Kültür Festivali'ni organize edenlerin Sur'dan, Sur'da dökülen kandan, Sur'dan sürülen insanlardan haberi yok.
Acıyı, öfkeyi, yoksulluğu perdelemek, görünmez kılmak, hafızadan silmek istiyorlar, surlara astıkları afişlerle.
Sur'u yıkan irade, yeniden inşa ettiği Sur'a turist bekliyor, tek dişlinin dramını, hayata tutunma çabasını, feri kaçmış gözlerindeki öfkeyi umursamadan. Değil mi ki "arkası yok", kim hatırlar tek dişi ile direnen insanı?
"Hakkımı sonuna kadar arayacağım, bana bunu yapanların yanına bırakmayacağım" diyor adam. Bunu bir tek o söylemiyor, şehrin neredeyse tamamı, hesaplaşmanın, hakikaten yüzleşmenin gerçekleşeceği günü bekliyor. Kendilerine yapılan hakareti biriktirerek. Sabırlı olmanın da marifet olduğunu bilerek.
Siyasal, sosyal, kültürel sefillik hali bir heyula gibi salınmış olsa da şehrin semalarına, umutsuzluk uzak tutuluyor. O ki şehri Diyarbekir'dir, düştüğü yerden hep kalkmıştır, yine kalkacaktır.

Bir kitap: Ayfer Tunç'un son romanı Kuru Kız (Can Yay.), açgözlü bir yığın insana karşı tek başına mücadele eden bir genç kadının mutlu sonla biten hikayesini anlatıyor. Kendisine yakıştırılan 'aptal' sıfatını kabul etmiş görünen Kuru Kız, yalancılığın, açgözlülüğün, kötülüğün sözle reddedilirken aslında toplumda nasıl kabul gördüğünü acımasızca anlatıyor. Kuru Kız, Ayfer Tunç'un herkesi içindeki yalancıyla, açgözlüyle, kötüyle karşı karşıya getirmeyi hedefleyen ve bu nedenle, belki en sert romanı.

Tüm yazılarını göster