4 yaşında iki çocuk var. Oyun oynuyorlar. İkisi de çok meşgul ve çok ciddi. İkisinin de kaşlar çatılmış, diller hafifçe dışarı çıkmış. Halı üzerinde araba itme işinin, hayatlarındaki en önemli işler sıralamasında, ilk üçe girdiğinden eminim.
Sonra, büyük (ve hayati) bir mesele patladı. Kırmızı arabayla önce kim oynayacaktı? Paylaşamadılar arabayı. Bir süre vır vır konuştular, kavga ettiler ve tabii ki, küstüler. Herkes yapayalnız kaldı. Kırmızı araba ve çocuklar. Oyun bitti, eğlence bitti. Çocuklara sorsak, o an hayat bitti.
Birkaç dakika sonra, mutsuzluktan sıkıldılar. Biri boya kalemlerini çıkardı ortaya. Aniden resim yapmaya başladılar. Beraber boyadılar, güldüler, resimleri beğenmediler, baştan yaptılar. Çok meşgul ve ciddi haller geri geldi. Resim yapma ve boyama işinin, hayatlarındaki en önemli işler sıralamasında, ilk üçe girdiğinden emin oldum.
4 yaşında iki çocuğun tek derdi hayatlarının mutlu ve huzurlu bir şekilde devam etmesiydi; öyle devam etti. Ortalıkta hiç inat, hırs, ego, gurur, bencillik, geçmiş hesaplar, kıvırmalar, birtakım koşullar, “benim dediğim olsun”lar, “bizim duruşumuz net”ler, “ama”lar görülmedi.
Ben de onlara kızdım. “Böyle olmaz! Bir muhalefet partisi var, ondan biraz ders alın!” dedim.
Hayat bu kadar basit değil çünkü. Ortak bir amaç için geri adımlar atılacak, kişisel hırslar bir kenara bırakılacak, fedakarlıklar yapılacak, biri elini uzatacak, öbürü o eli tutacak, birleşecekler, yanyana duracaklar öyle mi?
Olmaz. Yaptıkları tamamen çocukluk.
Neyse ki, büyüyecekler ve doğru davranmayı öğrenecekler. Bir türlü uzlaşamamayı, karşıdakini duymamayı, anlaşma yolu aramamayı, devamlı konuşup hiç çözüm bulmamayı, ne dediğini bilmemeyi bilecekler.
Ortalık yanarken, biri “Benim yangın söndürücüm en güzeli. Yangını bununla söndürelim.” diyecek. Diğeri, “Hayır, suyla söndürelim.” diyecek. Öbürü de “Bence üfleyelim. Yangın, üfleyerek söndürülür.” diyecek. Onlar tartışırken, her yer kül olup gidecek. Sonra, “Yangını lanetliyoruz.” açıklaması gelecek.
Hiçbir şey yapmadan, öylece durup “Bakın biz duruyoruz. İsteyen varsa, yanımıza gelsin!” diye çağrı yapacaklar. Kimi, nereye, nasıl çağırdıkları belli olmayacak. Aslında kimseyi çağırmak gibi bir dertleri olmadığı, çok fena belli olacak. Sonra, “Çağırdık işte! Gelmeyenleri kınıyoruz.” açıklaması gelecek.
Çatılarıyla övünecekler. Bir toplanma, birleşme olacaksa, onların çatısı altında olması gerektiğini söyleyecekler. Bütün kuşlar onların çatısına konsun, bütün bayraklar onların çatısına asılsın isteyecekler. O çatının nasıl da çatırdadığını, yakında kafalarına çökmek üzere olduğunu hiç fark etmeyecekler.
Dokunulmazlıkların kaldırılmasına, “anayasaya aykırı ama evet” diyecekler. “Bu işin neden yapıldığını biliyoruz ama itiraz edersek, teröre destek veriyormuş gibi görünürüz sonra maazallah!” gibi basiret, akıl, izan, mantık ve şuur dolu açıklamalar yapacaklar.
Bitmedi… Günler geçecek ve birilerine dokunulduğunda, aaa, en çok bunlar şaşıracak, isyan edecek. Koşarak kınayacaklar. Sonra da bu işte hiç payları yokmuş gibi, yüzleri kızarmadan telefon edip “geçmiş olsun ya!” diyecekler.
Düşünme haklarını, sadece “elalem ne der?” diye düşünerek kullandıkları için düşünmeden hareket edecekler, düşünmeden konuşacaklar, düşünmeden korkacaklar, düşünmeden mitinglere gidecekler, düşünmeden destekler verecekler.
İçinde “umut, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, barış, cumhuriyet, halk, ülke” geçen cümleler kuracak ama kendilerinden başka kimseyi sevmeyecekler, görmeyecekler.
En üzücüsü de ne yapmaya çalıştıklarını kimse (ama gerçekten kimse) anlamayacak. Ne içeri, ne dışarı. Ne kendi arkadaşları, ne sevenleri, ne de sevmeyenleri. Sol taraftan, “elma destekçisi”, sağ taraftan “armut destekçisi” olarak kabul edilecekler. “Muhalefet olarak her yolu deniyoruz ama kimseye yaranamıyoruz.” diye üzülecekler.
Her yolu deneyip durmak yerine, bir yol sahibi olmak gerektiğini, denemelere zaman kalmadığını; bölünerek çoğalmanın, sadece tek hücreli canlılara ait bir meziyet olduğunu hiç bilmeyecekler.