Konuya çuvaldız tarafından gireyim. Bizim meslek gazetecilik, egoyu kolay şişiren işlerdendir. Şimdi pek itibarı kalmamış olsa da hâlâ tercih ediliyor olması biraz bu yüzden. Fazla göz önünde yapılan kısmında yer alınca, özel çaba sarf etmeden “sağlam” durmak, savrulmalardan kendini korumak zordur. Yapılan işin gerekleri, ulaştığı insanlar için anlamı yanında, yapanın performansı çok sık gündeme gelir/getirilir. İzleyenler, okurlar da gaz vermeyi, takip ettikleri insanlara sıfatlar eklemeyi severler. Bir süre sonra üzerine yapıştırılan, talep edilen veya giymeye hevesli olunan sıfatlara göre davranılmaya başlanır. İşin nerede başladığı, bireysel şovun nerede bittiği biraz karışır. Başka işlerde de böyle taraflar var. Kutsal sayılan, kendiliğinden şan ve şeref sağladığına inanılan, saygın veya dokunulmaz olan meslekler. Aslında pek dayanağı -en azından lüzumu- olmayan bu yüksek sıfatlar, o mesleği yapanlardan beklenenin ya da o işi yapanların istedikleri gücün sınırlarını çiziyor. Memleketi düşmanlardan koruduğu için şanlı bir görev yaptığına inanılan birinin, karşısındakinin 11 yaşında çocuk veya 70 yaşında yaşlı kadın olup olmasına bakmadan sergilediği şiddet kahramanlık sayılabiliyor.
Belki her iş için, yapanın nasıl yaptığının önemli olduğu söylenebilir. En azından herkesin kendi işi için bunu söylemeye hakkı vardır. Fakat bazı işlerde bu daha yüksek bir kabul görüyor. Kişisel performansların, özel becerilerin, uzmanlığın fazla önde olmasının kaliteye, yaratıcılığa, ilerlemeye katkısı olduğu da ileri sürülebilir. Kültür, fikir ve sanat üretiminin neredeyse tamamı böyle. Hatta performans sanatları diye özel bir kategori bile var. Bazı işlerde, deneyim, yetkinlik, liyakat kadar kişisel performans da önemli. Yine çuvaldıza dönersek, bu özgüven yüzünden bizim meslekte ölçünün kaçtığı durumlar fazlasıyla yaşanıyor. Bir katliam sanığını kendini aklamak için, bir tarikat mensubunu kadınlara ahlak dersi vermek için, astroloğu bilim konuşmak için, bir üfürükçüyü sağlık öğütleri için ekrana çıkartıveriyorlar. Sonra da “ama ben her şeyi sordum” diye savunma kuruyorlar. Sanıyorlar ki, izleyenler sordukları sorular ve gösterdiği performanstan başka bir şey görmüyor veya sanıyorlar ki, ortaya çıkartılan iş yaptığınızı iddia ettiğinizden çok farklı sonuçlar yaratmaz.
Siyaset de büyük ölçüde kişisel performansa dayalı alanlardan. Çok yüksek bir itibarı -iktidarın sağladığı gücü ve liderlere sunulan bağlılığı hariç tutarsak- hiçbir zaman olmadı belki ama heveslisi hiç eksik değil. Son zamanlarda, siyasetin kamu yönetimi fonksiyonu tarafında kişisel performansları öne çıkartan güncel bir tartışma sürüyor: Liyakat. Ekonomi ehil ellerde mi? Dış politika mahir insanlarca mı yürütülüyor? Hemen her alanda alınan -veya bekletilen- kararlar üzerine benzer bir tartışma açılıyor. Ekonomi ve dış politikanın Türkiye gündemindeki özel ağırlığı yanında, bu meselelerin yüksek teknik bilgi gerektiren “özellikli” alanlar olduğuna dair yaygın ve kabul ettirilmiş inanç da belirleyici. Çok derinine girmeden söylemek gerekirse, epeyce uzun süredir Türkiye ve dünyada uygulamada olan modelin “siyasetsizleştirme” çabasının ürünü bu. Dış politika, sıradan ölümlülerin vakıf olamayacağı çok özel “milli çıkarlar ve güvenlik kaygılarıyla”; ekonomi, “piyasa sopasıyla” güdülen teknik “zorunluluklarla” belirleniyor. Doğrusunun da bu olduğu anlatılıyor.
Oysa hayatın tamamında, yapılan her işte ve kesinlikle siyasette, asıl belirleyici olan tercihler. Kim tarafından ve nasıl icra edildiği elbette çok önemli ama neden öyle yapıldığı, çoğu zaman yapanı da, işin nasıl yapıldığını da belirliyor. Mesela, ekonomideki tartışmaların yoğunlaştığı ve muhalefetin de “zayıf karın” diye yüklendiği nokta, damat Berat Albayrak. Peki basit bir soru soralım: Ekonomiyi Berat Albayrak yönettiği için mi böyle, yoksa böyle yönetilmesi tercih edildiği için mi o yönetiyor? Daha spesifik konularda da benzer bir sorgulamayı yapabiliriz. Mesela yaptığı işi bir performans gösterisine çevirmeden hakkıyla yapan gazetecilerden Çiğdem Toker’in dün şehir hastaneleri hakkında yazdıklarına bakalım: Şehir hastanelerine yedi ayda ödenen kira ile üç yeni hastane yapılması mümkünmüş. Geçiş garantili köprü ve otoyollardan batık yatırım olan beton tarlalarına kadar örnekleri çoğaltmak mümkün. Peki yine soralım; iktidar, bu kararları alıp uygularken tek sorunu işi bilmemek mi? Yani böyle olacağı bilemediği için mi yoksa tam böyle olması istendiği için mi bunlar yapılıyor? Memleketin her alanda bir “dayanıklılık” testine sokulması da bir liyakat değil, tercih sorunu.
Gelelim dış politikaya. Meslekten hariciyeci, uzman akademisyen ve alanı sıkı takip eden deneyimli isimlerin birleştiği nokta şu: Türkiye, yürüttüğü dış politikada aynı anda çeşitli enstrümanları dengeli biçimde kullanmaması yüzünden sorunlarla karşılaşıyor. Her meseleyi güç göstererek çözme arzusu, diplomasi kanallarını tıkıyor ve haklı olunan meselelerde bile zorluklar çıkıyor. Ekonomide sorduğumuz soruyu burada tekrar edelim: Bu durum, meseleye dair bilgi eksiğinden mi kaynaklanıyor? Diplomasinin inceliklerine hakim bir heyetin yokluğunun sıkıntılarını mı yaşıyoruz? Yoksa tam da böyle olması tercih edildiği için, dış politika böyle mi yürütülüyor? Meselelerini güçle çözebileceğine inanılmasa bile, “güç göstermenin” kendisi bir siyasi tercih olabilir mi acaba? Hatta bu politikanın temelinde çözmekten çok sürdürmek mi var? Rasyonel olanı yanlış yerde arayınca, S-400’leri alıp hangara kapatmanın ne işe yarayacağı daha zor anlaşılıyor. Elbette bu tercihlerin ehil ellerde yürütülmemesinin de hesaplanan sonuçları tehlikeye sokabileceği bir başka hakikat.
Geçen hafta avukat Ebru Timtik açlık grevinde öldü. Bu hafta avukat Aytaç Ünsal Yargıtay tarafından tahliye edildi, açlık grevini bitirdi. Adalete ulaşması için daha zaman var belki ama umarız sağlığına çabuk kavuşacak. Bu iki olayı yan yana koyunca, “demek ki istenirse oluyormuş” demekten geri durulamıyor. Başkanı yerli-milli hukuk icat edebileceğini iddia eden Yargıtay, bir hafta önce Ebru Timtik için de bu kararı verebilirdi. Ancak sonra biraz düşününce, kontrollü olağanüstülüğün, olabilecekleri yapmayarak, olmayacakları zorlayarak sağlandığını görüyor, hatırlıyor insan. Bunun için yerli-milli hukuka da ihtiyaç yok, Avrupa Konseyi Türkiye’ye “AİHM kararlarını uygulayın” derken, AİHM’in başkanı “ama yüzüne karşı ben hukukun üstünlüğü önemli dedim” savunusuyla Beştepe resmine kafasını uzatıyor. Liyakat önemli, bireysel performanslar da ciddi fark yaratabilir elbette ama meselelerdeki ağırlıklarını doğru tartmak gerek. Siyaset de, hukuk da, ahlak da tercih aşaması atlanarak konuşulması zor mevzular.