Tek tif, anarşik ve insanlık onuru

Cezaevlerinde tutulanlara tek tip giydirilmesi, ceza hukukuyla ilgili bir mesele değil, bir “hedef” seçimidir. 12 Eylül’e göre cezaevlerinde tutulanlar “asker”di, tek tip giydirme arzusunu böyle hukukileştiriyordu. “Üniforma” çünkü kime ateş edileceğini ve kime ateş edilemeyeceğini belirler askeri mantıkta. Bugün ise aynı şey hukuk dışı bir metafor olan “terörist” lafı ile yapılmak isteniyor.

Ali Duran Topuz atopuz@gazeteduvar.com.tr

Türkiye’de yönetime 24 Ocak kararlarını korumak ve uygulatmak üzere el koyan 12 Eylül cuntası cezaevlerinde tek tip kampanyasını başlatırken, içerdekilerin “hukuk”i açıdan “asker” olduğunu ilan ve kabul edecekti. Asker? Asker de “tek tip” giydirilir (erler buna “tek tif” derler, tek tipe dilsel bir direniş mi acaba?) ama o giyside görünen şeyle mahpuslara (zorla) giydirilende görülen şey aynı değildir. İş kıyafetleri, belli bir niteliği bir bedende görünür kılar. İş kıyafetleri içinde “üniforma” farklılaşır, onda mesleğin tanıtımının yanı sıra özellikli bir kurum yaşar. Bir giysi olmaktan çok bir güç alametidir. Askerin, polisin ve gardiyanın kıyafetinde görünen şey, öncelikle devletin gücü, güç kullanma tekelidir. Silahtır. Üniformalı silahı üstünde taşısın ya da taşımasın, silahlıdır. Üniforma, askeri üniforma aynı zamanda savaş meydanında kimin kimi öldüreceğini gösterir. Üniformalı hem silahın hedefi hem de hedefi bir başka üniformalı olan biridir. Savaş hukukunda kural olarak üniformalı, üniformasızı hedef alamaz.

Cezaevlerinde tutulanlara tek tip giydirilmesi, ceza (ve onun rüknü olan infaz) hukukuyla ilgili bir mesele değil, bir “hedef” seçimidir ve hedef haline gelecek şekilde bir soyma yöntemidir, üniformanın tam tersi: Mahkûmun, tutuklunun, tutsağın, giydirilenin güçsüzlüğünün alameti. Silahsızlığının. Hedef olabilir, ama hedef alamaz. O güçsüzlükte devlet denilen şey kendi gücünü görür ve gösterir.

Türkiye’deki tek tipe karşı direnişlerde işkencede olduğu gibi dillendirilen “insanlık onuru”, “onur” denilen şey, hem devletin soygunculuğundan arta kalan bedenin giysisi, hem de devletin gücünün mutlaklığının geriletilmesi arzusunun bir ifadesidir. Devletle yurttaş bedeni arasında, devlete yasaklı bir mesafe oluşturulması arzulanır. Onur mesafesi. Şimdi Guantanamo modeliyle arzulanan şey, bu mesafenin sıfırlanmasıdır.

ÇIPLAK ARAMA, HAYATI SOYMA

Türkiye’de, faşizan uygulamaların güçlendiği 12 Eylül gibi dönemlerde kanıksatılan hukuksuzluklar, karakollardaki ve cezaevlerindeki “çıplak arama”larda varlığını sürdürüyor. Çıplak arama aslen tek tip giydirmenin hazırlığı ve zeminidir. Tek tip uygulanmak istendiği dönemlerde, kabul etmeyenler zorla soyulmak istenirdi. Zorla giydirilmiş tek tipi çıkarıp atan, yırtana da “devlet malına zarar” vermekten tutanak tutulurdu… Tek tip, devletin elindekine geçirdiği deridir. Transformasyon için. 12 Eylül’de “askerleştirme” içindi. Üniformalı polis-asker-infaz memurunda görünen mutlak güce karşı, tutukluda görünen mutlak güçsüzlük. Çıplak yaşam. Agamben’in tanımladığı kutsal insan. Onursuzlaştırılmış insan. Yok edilmesi hukuki takibat konusu yapılamayacak insan. “Yasa”nın alanından atılmış insan. Ertuğrul Mavioğlu ilk bölümde andığımız söyleşide tek tipe karşı çarşaflardan giysi diktiklerini anlatır: Soyucu devlete karşı örücü insan.

12 Eylül cezaevinde tutulanı “asker” görüyordu dedik, bu aslında bir tür “hukuki” formüldü; bugünkü formül ise hukuk yokluğuna dayanıyor: “Terörist” görmek. Bu yeni formül de Diyarbakır 5 No’lunun ve Metris’in dünyaca ünlenmiş hali olan Guantanamo ile türdeştir. Kenan Evren ile Bush arasında, 12 Eylül zindanlarıyla Guantanamo arasında zaman, kişi ve sıfat olarak ne kadar fark olursa olsun, türdeştirler. Onları siyam ikizi yapan şeyin adı da 24 Ocak kararlarıdır.

ASKER, TERÖRİST, DÜŞMAN, PİSLİK

“Asker” ile “terörist” arasındaki farka değinmek gerek biraz da: Asker bir tür hukuki statü iken “terörist” bir tür metafordur. Asker kişi, düşman da olsa, bir hukuktan yararlanır. Devletler, kendi askerlerini “eğitim”le amaca uygun hale dönüştürürler; bir “çocuk”tan bir “katil” ve bir “ölecek kişi” çıkarmanın yoludur bu. Kimse asker doğmaz, “her Türk” dahil. İşkence 12 Eylül’de bir yanıyla “delil” elde etmek için bir yolken, öbür yanıyla bu kişilik dönüşümünü sağlamak için bir araçtı. “İnsanlık onuru” işte bu dönüştürme çabasına direnişin hem hukuki hem siyasi koduydu.

“Terörist”, siyaset bilimi, sosyoloji ya da felsefe gibi birçok disiplin içinde konuşulabilecek bir başlıksa da “hukuki” olarak konuşulabilecek bir konu değildir. Hedefi hukuk dışına çıkarmanın kodudur “terörist” sözcüğü. Carl Schmitt’i izleyerek söylersek, iç hukukta ya da uluslararası hukukta “düşman”dan söz ettiğimizde her durumda yok edilmesi gereken bir pislikten, bir hastadan, bir zehirli varlıktan söz etmeyiz aslında, belirli prosedürler çerçevesinde en yoğun hali cenk meydanı olan çeşitli düzeylerde şiddetin sınırlandırılmış uygulamalarından söz ederiz. Elbette 12 Eylül kini bu türden sınırlamaları kat kat aşıyordu ama generaller yine de konuyu “hukuki” düzeyde tutmaya çalışıyordu, asker lafını bu yüzden kullanıyorlardı yazışmalarda. Kamuoyuna da “anarşist” (halk “anarşik” derdi, bu tahrifat, bir yanıyla devlet söylemini o kadar da paylaşmamanın tuhaf bir yolu mu acaba?) ya da “şaki” lafıyla işlerini satardı.

YERLİ VE MİLLİ İLE HAİN

Guantanamo, Diyarbakır ve Metris’in bu küresel türdeşi, iç hukuk suçlusundan “düşman”a, oradan Agamben’in “kutsal insanı”na, yani canı ile hukuk arasındaki bağ koparılmış insanına geçişin cihana ilan yeri olarak “fark”ı da açıklar: O zamanlar askeri şiddet çağındaydık, tüm “yurttaşlar”, potansiyel asker olarak görülüyordu. Şimdi Carl Schmitt”in “partizan”ının çağındayız ve yurttaş ya da değil herkes ya merkezi kudretin partisinin ağlarına dahil, yani “yerli ve milli”dir ya da terörist, hain, “kutsal insan.”

“Partizan” meselesine bir Carl Schmitt parantezi açmak gerek: Bu netameli Alman hukuk bilgini, “partizan”ı Napolyon ordularına (krala, aristokratlara ve burjuvaziye rağmen) savaş açan İspanyol gerillalarından başlatıp, Lenin’in “profesyonel devrimcisi” ve Mao’nun savaşçısına kadar getirir. (Schmitt, sömürge savaşındaki partizanı olumlar) “Partizan”, karşısındakini devletler (savaş) hukukunda olduğu gibi bir sınırlı, tanımlı “düşman” olarak görmez, fakat mutlak kötü olarak, tartışmasız yok edilecek suçlu olarak görür. Devletin tanımladığı ve savaş ilan ettiği (klasik hukuktaki) düşman “suçlu” veya “mutlak, yok edilmesi gerekli kötü” değil, iradesi kırılacak, hukuken (sınırları muğlak da olsa) tanımlı haklardan yararlanacak bir statüdedir. (Carl Schmitt, Partizan Teorisi, Çeviren: Sibel Bekiroğlu, Nika Yayınevi Ankara 2017) Partizan bakıştaki “düşman” ise hiçbir hukuk düşünmeden yok edilmesi gereken “mutlak kötü”, “suçlu”dur. Çokça duyduğumuz idam, kazık, çengel, tek tip... bu bakışla yakından ilgilidir.

Yine çok uzattım. Affedin. Devam edeceğim. Son yazıda, parti devleti, partizan ve “insan hakları” alanında olan bitenlere daha yakından bakmaya çalışacağım.

Tüm yazılarını göster