Tek kanallı dönemdi. Her cumartesi ‘Bir başkaydı gece’ ve herkes Katarina Whitt’ti. Temiz yıllardı. Daha yeni de değildi Türkiye. Tek hırs, tek başarı, tek her yol mubahçılık devreye sokulmamıştı. Hatırlar mısınız o günleri?
Hatırlayamıyorsanız TRT arşivini açtı. Oradan da bakıp belleği yenileyebilirsiniz. Mesela yine kutu açıyorduk ama içinden bin ya da milyon liralar fışkırmıyordu. Olsun olsun ütü bilemedin televizyon kazanıyorduk.
Unuttuysanız da yadsıyamam sizi. Haklısınız. Artık ana gaye mutlak başarı, mutlak güç ve mutlak zenginlik. Geri kalan tüm insani değerlerin terki bu yüzden meşru. Çünkü bu üçlüye ulaşmak için her yol da meşru. Dedim ya naifti eski günler ve görece temizdi. Şimdi ise şikesi, dopingi, hırsızlığı… Ne ararsanız var. Artık sadece kazanmaya odaklanmış bir spor dünyamız var mesela. Son 15 yılın boşaltılan kavramlarının başında geliyor spor. O mutlak güç paranoyasının, tüm dünyaya ispatlanmak istenen gücün, lümpen propagandanın otoyolu oldu.
HER DEVRİN KENDİNE HAS OLUR SPORCUSU
Her devir kendi sporcusunu, kendi mantığına göre yetiştirir ya da imal eder. Süreyya Ayhan mesela. 1990’ların sonunda hükümetlerin taşraya önem verildiğinin, laik Türkiye kadınlarının sosyal hayatta eşit olduğunun bir ispat projesiydi. Allah vergisi bir yeteneği vardı. Biraz itmeyle istenilen kıvama çok hızlıca gelebilirdi. O sebeple bu kıyafeti diktiler ona. Sonra kıyafet büyük geldi. Terziler, ‘Zaten bir iki iktidar sonra da giyer’ diye düşünmüştü belli ki. Ama pulları çabuk döküldü. Türkiye’nin belki de en başarısız kadın projesi oluverdi Süreyya Ayhan. Doping sarmalında kaldı. Numune vermemek için kaçtı durdu. Kendisi dışında çokça suçlu aradı. Lakin kurban belliydi. Kendisine rol biçenler, şimdi onu ayıplamak için sıraya girmişlerdi. El birliği ile kirlettikleri kariyerinde yalnız kalmıştı Süreyya.
‘DEVLET SPORCUSU OLMAK İSTİYORUM’
Zaten bu sebeple de geçen sene ‘Başarılarım ortada hepsini de temiz olarak elde etim. Tüm madalyalarım bende duruyor. Ülkemizde başarılı sporculara devletin sunduğu imkânlar var. Bu imkânlardan yararlanmak istiyorum. Devlet sporcusu olmak istiyorum’ dediğinde kimse şaşırmadı.
Süreyya Ayhan’dan sonra daha da ‘yeni’lendi Türkiye. Para ve güç tek geçer akçe oldu. O zaman sporu da ona göre şekillendirmek gerekiyordu. Öyle de oldu. Türkiye’de düzenlenen kıytırık turnuvaların şampiyonlardaki derecelere bile dünyalar kadar ödül biçti sistemi yönetenler.
Sanmayın ki bu ödüller sadece sporcuları madalya için motive etmek adına yapıldı. Tek amaç ‘Benim dönemimde bu kadar madalya aldık’ demekti. Araya bir de milliyetçi duyguları pohpohlama fırsatı sunmaktı. Ama bu uygulama içtihat oldu. Vücuda zerk edilen her madde para ve itibar olarak geri döndü. Para ve itibar sahibi olmak isteyen sporcu da antrenör de geri duymadı pisliğe bulaşmaktan.
‘Başarılar’ 9 sütuna manşet olurken, geri alınan madalyalar küçücük kaldı. Ödüller mi? Tabii ki onlar da yapanın yanına kâr kaldı. Süreyya Ayhan’ın da dediği gibi, dereceler silindi, unvanlar alındı ama madalyalar onlarda kaldı.
DOPİNG DE YAPSA BİZİM SPORCUMUZ, KORUYACAĞIZ
Türkiye atletizminin ilk ve tek olimpiyat şampiyonu Aslı Çakır Alptekin’de olduğu gibi. Yarış sonrasında pistteyken elindeki telefonu, Türkiye’deki itibarı, büyüklerinin övgüleri gözümüzün önünde.
Girdiği kirli yol sonrası gözümüzün önünde olan ne biliyor musunuz? Bir dopingcinin adıyla anılan bir atletizm salonu ve hâlâ adını oradan alamayanlar, bizleri aldatan birine verdikleri ödülleri geri istemeyenler. Yani kendi sporcularını her şart altında korumaya devam edenler.
Aslı’nın peşine takıldığı gibi umudumuzu peşine takıp giden Gamze Bulut’tan ne kaldı aklımızda? Düne kadar iki cümle vardı saflığını koruyan. İlki Londra’yı saran Türkiye’ye ulaşan ‘Abla koş arkandayım’. İkincisi ise doping haberleri ayyuka çıkarken ‘Beni dopingli sanmasınlar diye sakat sakat koştum’. Peki ya şimdi? Artık ne ablası koşabiliyor ki peşine takılsın, ne de biz onu dopingli sanıyoruz. Maalesef artık yasaklı kulvarda koştuğunu biliyoruz.
DOST RUSYA’NIN PEŞİNDE
2013’te Dünya Anti-Doping Ajansı’nın hazırladığı raporda Türkiye, Rusya’nın, hani sistematik doping yaptığı gerekçesiyle tüm büyük organizasyonlardan men edilen, bir zamanların düşman, şimdinin en dost Rusya’sının hemen ardından doping karnesi en kötü ikinci ülke oldu.
Ülkedeki birçok kokuşmuşluğa olduğu gibi buna da ‘Doping yapıyorlar ama madalya kazanıyorlar’ anlayışıyla yaklaştığımız için, nur topu gibi bir doping kültürünün de doğuşuna, büyümesine ve ergenliğine şahitlik ettik. 2013’te Türkiye’den giden numunelerde 188 yasaklı madde kullanımı tespit edilirken, sadece atletizmde 53 sporcu ile zirveye yerleşmeyi de başarmıştık. Yani 1998’de Şule Şahbaz’la başlayan doping kültürümüz, kısa sürede muktedirler eliyle ‘başarı!’ çıtalarını bir bir atlayıp zirveye kuruldu.
BİZ YİNE 8 YİYELİM AMA
Lance Armstrong tüm başarılarında doping kullandığını açıkladığında şöyle bir şey yazmıştım. ‘Tüm umutlarımızı, inançlarımızı ve gençliğimizi de aldattı Lance.’
Şimdi Süreyya ile başlayan aralarına Elvan’ından Nevin’ine, Binnaz’ından Karin Melis’ine, Eşref’inden Alemitu Bekele’sine Gamze’sinden Aslı’sına kadar kirli ve sadece madalya başarısına odaklanmış bir spor politikası üretenler, spora olan aşkımızı çaldı.
Herkesi aynı kefeye koymaya başladık. Her sporsever aynı zamanda paranoyaklık seviyesinde septik bir birey haline dönüştü. Artık sporcumuz var diye bir büyük yarış izleyemiyoruz. Aklımızda hep aynı soru. ‘Ya birinci olursa doping haberi ne zaman gelecek?’ diye bakıyoruz. Neyse ki imdada TRT yetişti. En azından anılara sığınıyoruz. Varsın biz yine 8 yiyelim ama yüzümüzü yere eğmek zorunda kalmayalım.