Tek yol sandık (devrim değil)
Bu kez erken seçim lafının büyümesinde, hakkını teslim etmek gerekir ki Sedat Peker’in payı büyük. AKP kadrolarının çıkar yol bulamaması, AKP kitlesinin “kafası kesik tavuk” gibi dönmesine yol açıyor.
Yavuz Halat /
Sudan’dan ya da Vietnam’dan gelene belki açıklayabilirsiniz ama Yeni Zelanda’dan ya da Norveç’ten gelen bir siyaset bilimciye, bu yöneticilerin hâlâ nasıl iktidarda kalabildiğini nasıl açıklarsınız? (1)
Ekonomiyi iyi yönetiyor diyemezsiniz!
Pandemiyi iyi yönetiyor diyemezsiniz!
Eğitim, çevre, tarım, turizm alanlarında başarılı diyemezsiniz!
Toplumsal huzuru/adaleti sağladı diyemezsiniz!
Dış ilişkileri iyi yönetiyor diyemezsiniz!
Özel bir toplumsal kesimden (köylülerden, işçilerden, esnaflardan, gençlerden ve özellikle kadınlardan) kitle desteği aldığını da söyleyemezsiniz!
Bunlara başka başlıklar da eklemek mümkün elbette.
PEKİYİ, BU İKTİDAR NEYLE AYAKTA DURUYOR O ZAMAN?
Bizlerin bildiği yanıtları sıralayalım; elinde tuttuğu devlet aygıtını homojenleştirmesi ve karar mercilerini tekadamcıklara devretmesi ile, yasamayı işlevsizleştirip bypass etmesi ile, askeriyenin ve polisin tüm kadrolarını tektipleştirmesi ile, uluslararası ilişkilerdeki şantaj yöntemi ile ve kendisine doğrudan bağladığı ilişik medya ile. Üstelik bunlarla bile becerememiş olacak ki mafyadan medet ummuş, onun hizmetlerine ihtiyaç duymuş.(2)
Mafyanın aldığı hizmetin bir benzerini şimdi kendisi ABD’ye sunmaya çalışıyor; Doğu Akdeniz’de, Ortadoğu’da, Afganistan’da, Ukrayna’da “beraber” çalışabiliriz. Niçin? Çünkü iktidarını sürdürmek için Erdoğan’ın ABD’ye ihtiyacı var. Bir tarih hatırlatması; 2006 yılında o dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın özel danışmanlığını yapan Cüneyd Zapsu, ABD’liler ile görüşmesinde şunu söylemişti; “Onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı süpürmek yerine onu kullanın…” 15 yıl sonra gelinen nokta çok farklı değil!
Bu iktidarın ayakta kalmasını sağlayan bir diğer etken AKP-MHP’nin geleneksel sağcı kitle desteğidir. Zihni gerici-milliyetçi ideolojiyle iğdiş edilmiş ve yıllar boyunca yardım/sadaka ağları aracılığıyla kemikleştirdiği alt-çıkar ilişkileri. Ancak son anketlerle anlaşılmaktadır ki bu zoraki toplam bile yüzde 40’ı bulamamaktadır. Üstelik bu kitle tabanı Akşener, Babacan, Davutoğlu gibi siyasi aktörler tarafından “yağmalanmaya” da başlandı. AKP-MHP blokundaki eski kadroların da “at değiştirmesiyle” birlikte ortaya eski bilgiler, pislikler dökülüyor.(3)
Tüm bunlara rağmen bu iktidar hâlâ sürmektedir ve Erdoğan istediği sürece 2023’e kadar da böyle devam edeceği görülebilir. Bu sonucun en önemli nedenlerinden biri de –ne yazık ki- muhalefettir; hem siyasal muhalefet hem de toplumsal muhalefettir.(4)
İKTİDAR NASIL DEĞİŞTİRİLİR?
Bu düzen sınırları içerisinde, yani düzenin kuralları, işleyişi, teamülleri kullanılarak muhalefet etmenin, iktidar değişikliği sağlamanın belli başlı yolları var (daha doğrusu vardı). 3Y’de, yani Yasamada denetler ve değiştirirsiniz, Yargıda engellersiniz, Yürütmede işlevsiz kılarsınız … Ve medyada bu “yaptıklarınızı” propaganda edersiniz…
İlk akla gelen ve en belirgin olanı kuşkusuz TBMM. Yasama organı olma işlevini hâlâ devam ettirmekle birlikte, yürütmeyi denetleme, sorgulama ve eleştirme hakkını (hâlâ kâğıt üzerinde) elinde bulunduruyor. Ancak yeni rejimde neredeyse hiçbir yaptırımı yok. Muhalefeti oluşturan siyasi partiler/şahsiyetler sadece ve sadece “konuşarak eleştirmekten” başka hiçbir yaptırıma sahip değiller. Konuşmanın da ne kadar yaptırım oluşturabileceği ayrı mevzu.
Bu düzende en etkili muhalefet yollarından biri de “hukuk mücadelesi”. Yani iktidarın, bu düzenin temel kurallarına (Anayasaya, yasalara, yönetmeliklere, vb.) uygun davranıp davranmadığını kontrol eden ve tersi durumda yaptırım uygulayan mercileri. Ancak yargı organlarının neredeyse tamamının doğrudan ya da otokontrollü bir biçimde Erdoğan hegemonyası altına girdiği günümüzde bu yol da artık bir çıkmaz. Yargı, kendi yasalarında bile yazılı olan demokratik hakların, kent ve doğanın, yurttaşlık haklarının vb. koruyuculuğunu terk edip sadece Saray’ın koruyuculuğunu üstlenmiş durumda.
Başka? Demokrasinin dördüncü kuvveti denilen basın! Erdoğan, onu uzun bir zaman önce halletti. Maliye baskısı, kapatmalar, para cezaları, tutuklamalar derken gelinen noktada doğrudan “elemanlar”a sahiplendirip işi kökünden çözdü. Ana akım halledilince geriye kalanlarda kapatma/ceza korkusu altında otokontrol/otosansür kendiliğinden gelişti.
Geriye sadece “toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma” hakkı kalmakta. Onun da önlemi pandemi ile alındı. Ancak pandemiden daha etkili bir önlem var; Millet İttifakı'nın en büyük iki partisinin (özellikle genel başkanlarının) zihniyeti. Evet, Kılıçdaroğlu ve Akşener. Akşener’i anlamak elbette çok daha basit; “devlet, devlet, devlet” diyerek yetişmiş, büyümüş, sahiplenmiş ve üstelik o devlet adına icraatlarda bulunmuş birinin devleti tehlikeye atabilecek her şeyden kaçınması fıtrat. Günün sonunda aynı devleti yönetmeye aday.(5) CHP farkında mıdır (!) bilinmez ama Akşener’in iktidar stratejisi mafyalaşmış devlet ilişkilerini tasfiye etmek değil, onların saf değiştirmesini sağlamaktır.
Kılıçdaroğlu’nun sokaktan bunca korkmasının, kaçınmasının nedeni ne? Benzer bir devlet sahiplenmesi elbette etken, sonuçta bu devleti kurmuş bir parti hem sermayeyi hem düzeni korumanın tarihsel mirasını taşıyor. Ancak ne yazık kabul etmek gerekir ki Alevilere yapılan saldırıların tarihsel travmalarını da taşıyor, hem o hem partisi. Lafı dolandırmadan ifade etmek gerekirse “sokağa çıkmak, Erdoğan’a istediği iç savaş ortamını sağlar, elindeki araçlarla tüm muhalefeti ezer, hatta yeni bir Maraş/Çorum/Gazi katliamı yaşanır”. Çözüm, ne kadar daraltılırsa daraltılsın o sınırlar içinde aranmalıdır.
Siyasal mücadelede başarıyı, tarihsel travmalara teslim olanlar değil, o yaşanmışlıkların dersiyle ileriye sıçrama cesaretini gösterenler sağlar. 2013’te Taksim Meydanı’nın açılmasını sağlayan Kılıçdaroğlu’nun binlerce CHP’liyle Kabataş’tan yürümeye başlaması değildir aslında, tarihsel travma yaşamamış gençlerin ve tarihsel travmalarını “takmayan” devrimcilerin günlerce süren direnişidir.
Yazı biraz uzamış olacak ama bu durumun daha iyi anlaşılması için bir anektod vermek yerinde olabilir. Geçenlerde Kılıçdaroğlu’nun katıldığı, Halk TV’de Gökmen Karadağ’ın moderatörlüğündeki programdan bir diyalog.
Gökmen Karadağ soruyor; “…madenciler, öğrenciler, kadınlar sürekli hırpalanıyor. Acaba o toplumsal muhalefetle siyasal muhalefetin daha fazla yan yana gelmesi ve müdahalelerin geri püskürtülmesi anlamında yapabilecek bir şeyler var mı?”
Kılıçdaroğlu yanıt veriyor; “Bu şiddete maruz kalanlar, onu hafızalarının bir yerlerinde tutuyorlar, artı o şiddeti TV'lerde görenler de hafızalarının bir yerlerine yazıyorlar. Ve onlar sandık bekliyorlar”.
TEK YOL SANDIK (DEVRİM DEĞİL)
Erdoğan, Saray’a yerleştiğinden beri “siyasal muhalefet”in erken seçim talebi hiç sonlanmadı. Sürekli bir erken seçim gündemi ve sürekli ‘erken seçim oldu/oluyor’ beklentisi pompalandı (en son Kılıçdaroğlu, tarih verdi; sonbaharda erken seçim olması gerekir).
Bu seferki erken seçim lafının büyümesinde, hakkını teslim etmek gerekir ki Sedat Peker’in payı büyük. AKP kadrolarının çıkar yol bulamaması, AKP kitlesinin “kafası kesilmiş tavuk” gibi ortalıkta dönmesine yol açıyor. Ayrıca aklını tatile çıkarmış olsa da 2028’e kadar yani 7 yıl daha iktidarda kalacak bir kadro tekmesine, Peker bile kafa sokmazdı (yani Peker bile gideceklerini çaktı). Ama Peker, hiç erken seçimden söz etmedi…
Tekrar ve tekrar hatırlatmak gerekir ki erken seçim ancak ve ancak Tayyip Erdoğan karar verdiğinde yapılabilir. Ve O, seçime giriyorsa mutlaka kazanmak için girer, kaybettiği seçimin sonucu değiştirmek için her yolu dener, hatta yeniden seçim yaptırır ve son olarak, mutlak mağlubiyette “başka” şeyler de yapar. “Sadece erken seçim” demek Tayyip Erdoğan’a zaman kazandırmaktan başka bir işe yaramaz. Tekrar edelim; sadece “Ben her yerde erken seçim isteyeceğim, başka çarem kalmadı. Bana katılın! Her yerde bağıracağız; seçim hemen, hemen seçim" demek, Tayyip Erdoğan’a zaman kazandırmaktan başka bir işe yaramaz.(6)
Seçime gerek kalmadan da Saray teslim alınabilir! Bunun, az sayıda olsa da örnekleri mevcut. “128 milyar nerede” sorusu üzerinden yürüyen kampanya gösterdi. Sedat Peker’in “bir kamera bir tripodu” Saray’ı hem esir aldı hem şaibeli hale getirdi.(7) Ahmet Şık’ın “gazeteci diline” AKP bir türlü çözüm bulamıyor. Daha çok örneğin sıralanamaması sadece basiretsizliktir.
“Toplumsal ve siyasal” muhalefet bakış açısını değiştirdiğinde çok daha yaratıcı yollar bulabilir elbette. Ne yazık ki bu konuda zengin gelişmelerden söz edilemiyor. Somut iki örnek var, bunu test edebileceğimiz, “hem toplumsal hem de siyasal” muhalefetin gündemlerini birleştiği iki gün yaşadık; 1 Mayıs ve Gezi’nin yıldönümü.
1 Mayıs’ın siyasal anlamı ve önemi bellidir.
-Her türden muhalefet en etkili “politik mesajı”nı o gün verir. Siyasi iktidar da kendisine karşı bu en etkili “sesi” dikkatle dinler, mutlaka ciddiye alır. Yani o yılın gerçek gündemini yakalayan politik lafı/talebi/hedefi o gün verilir.
-Muhalefetin her parçası için de 1 Mayıs, yıllık hesap dökümüdür! Yani bir yıllık faaliyet o gün “görücüye çıkar”, her grup ne biriktirmişse o gün sahneye çıkarır. Her grubun ana pankartı (politik hedefi), kortej sayısı, demografik özellikleri not edilir, eski yıllarla karşılaştırılır. Yasal miting yapılamasa bile, o hafta boyunca yapılan irili ufaklı tüm etkinlikler önem arz eder: Pankartlar, afişler, bildiriler, korsan gösteriler, vs. vs.
-Politik olarak en gerideki, tarih olarak en eski ilişkilenmiş olanı, her türden “alan faaliyeti” yapanı politik öznelerin yönlendirmesiyle (ya da yönlendirmeseler de) 1 Mayıs’ta mutlaka “bir şey” yapar.
-Pandemiyi, hava durumunu, kitlenin ruh halini, medyayı, polisi, CHP yöneticilerini ya da sendika/meslek örgütü yöneticilerini vb. vb. gerekçe göstermek ve “en devrimci eylemi koymak” elbette mümkün. İkna ediyorsa ne ala! Geriye “nerde o eski 1 Mayıs’lar” demek kalır!(8)
Gezi’nin yıldönümünün değerlendirmesini de Haziran İsyanı’nı yaşayanlar, Haziran İsyanı üzerinden siyasi proje yapanlar, “Gezi milattı, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenler, topyekûn bir “geçmiş değerlendirmesi” yaparlar mutlaka!
NEDEN YAPILAMAZ DEĞİL, NASIL YAPILABİLİR!
İktidarın gücünü aldığı kaynaklar pekâlâ mücadele konusu haline getirilebilir!
İçeriden bir örnek eski AKP İstanbul Milletvekili Emin Şirin’den; “Millet İttifakı partileri, grup kurma imkanını kaybetmeyecek nispette milletvekilini Meclis’te bırakarak, geri kalan milletvekilleri istifa ederek sine-i millete dönebilirler. Meclis’te kalanlar “kayıt düşme faaliyetleri”ne devam eder. Diğerleri seçim bölgelerine giderek, seçmende erken seçim talebini arttıracak şekilde çalışabilirler.”
İçeriden yapılsa iyi olacak bir öneri; İYİP’ten, Gelecek’ten veya Deva’dan birileri çıkıp “bir, iki, üç daha fazla Peker” dese ve devletle organik ilişki kurmuş bütün mafyacıları ifşaata/itirafa çağırsa.
Dışarıdan bir öneri; hani Peker, Veyis’e ve Özışıklara daldı ya, bazı gazetecilerin ne kadar kirli olduğunu anladık ya, şimdi geriye kalan temiz gazeteciler, “ben Veyis olmadım, olmayacağım, gazeteciliğin etik ilkelerine sahip çıktım, çıkmaya da devam edeceğim” diyerek bir kampanya başlatsalar. Ve bizler de kimler katılmıyor diye bir baksak!
Benzer bir girişimi hukukçular, yani (emekliler de dahil) hakimler, savcılar ve avukatlar (barolar) yapsa; “Ben, Esat Toklu olmadım, olmayacağım…”. Hatta Peker’den ayda 10 bin dolar alan milletvekili bir türlü bulunamıyor ya, milletvekilleri tek tek “ben almadım” demeye başlasa geriye kalan(lar) belli olur!
Sürekli adaletten, hukuktan, içişlerinden şikâyet etmek yerine somut bir öneri daha; Adalet ve İçişleri Bakanı ile pandemi döneminde Sağlık Bakanı Meclis’te oybirliği ile belirlensin. Bu üçü de partiden partiye değişen uygulama alanları değildir. Hukukun sağlanması, asayişin sağlanması, salgın karşısında toplum sağlığının korunması herkesin ortaklaştığı konular değil mi? Herkesin üzerinde uzlaştığı liyakatli kadrolara teslim edilmesi yeter.
Bunlar yani Meclis, mafya, medya, yargı ve bakanlıklar, iktidarın gücünü aldığı kaynaklardır!
Sonuç;
Ülkemizdeki siyasal düzeni, Norveçlilere mi yoksa Sudanlılara mı anlatacağız! Yoksa Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi “bir dikta yönetimini belki de dünya siyaset tarihinde ilk kez sandığa giderek yeneceğiz” mi?
Mafyalaşmış bir Sudan iktidarını, Norveç demokrasisi ile alaşağı edebiliriz!
Belki de devrim kapıdadır, özneleri şimdilik ortalarda gözükmese de….
1- 2020 Demokrasi İndeksi; Norveç (1), Yeni Zelenda (4), Sudan (149), Vietnam (137), Türkiye (104)
2- Peker’in ifşaatlarının –ki anlaşılan üzerinde daha epeyce derinleşilecek- diğerleri bir yana en çarpıcı olanlarından biri şudur; Devlet, Suriye’de iç savaşı büyütmek için bir çete liderinin şemsiyesi altına girmeye ihtiyaç duymaktadır. Suriye’ye müdahil olduğu iddia edilen hangi devletler (ABD, Rusya, Almanya, Fransa, İran, vs.) böyle bir yola başvurmuşlardır? Mesela Fransa’nın ya da Almanya’nın Peker’i, Çakıcı’sı var mıdır, varsa böyle midir? “Merkel Abla” diyen bir Hans!
3- Kendi bakanlığına dezenfektan satan Ruhsar Pekcan, Konya Valiliği tarafından Konya Büyükşehir Belediyesi’ne iletilen 6 milyon TL’lik esnaf desteğinin buharlaşması, belediyeler aracılığıyla gri pasaportla insan kaçakçılığı, vb.
4- İkisini ayrıştırarak kullanmak kavramsal olarak çok doğru olmayabilir. Ancak son dönemde çok başvurulan bir ayrıştırma oldu. Siyasi partilerin, Meclis içinde ve dışında yaptıklarına/söylediklerine “siyasi muhalefet”, siyasi partilerin içinde olmadığı karşı çıkışlara da “toplumsal muhalefet” deniyor. Bir gariplik var ama!
5- Bu arada not etmek gerekir ki Meral Akşener erken seçimin hemen olmayacağını biliyor ve bu durum da onun işine geliyor. Çünkü Akşener’in hâlâ zamana ihtiyacı var.
6- Kılıçdaroğlu’nun yanıt vermesi/bulması gereken bir başka soru şudur: Erdoğan, allem etti kallem etti ve seçimi kazandı, CHP’nin o durumda yapacağı şey nedir? Kılıçdaroğlu istifa eder, tarihsel/siyasi sorumluluktan kurtulur! Eeee?
7- “Ulan Sülü fındık kadar beyninle cumhurbaşkanı olmaya kalktın bu ülkede. Beni satmasaydın olurdun vallahi.”
8- “1 Mayıs’ın artık eski önemi kalmadı” denebilir elbette. Bunun için geriye kalan 364 günden birinin daha önemli hale gelmesi gerek. Yoksa her söze başladığında “sınıf” vurgusu yapan sosyalist öznelerin 1 Mayıs’a yüklediği anlamda bir sıkıntı var demektir.