SETA tarafından yayımlanan “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları” başlıklı rapor değişik açılardan tartışılıyor ve değerlendiriliyor. Metni yazan, takdim eden ve savunanların eleştiriler karşısındaki tutumuysa tek kelimeyle tavizsiz. Düşünce kuruluşu tarafından “Kamuoyuna Duyuru” başlığıyla yapılan son açıklamada da raporun tavizsiz bir şekilde savunulduğu görülüyor. Açıklamada raporun “tamamen açık kaynaklara dayanarak” yapılmış ve “sosyal medya ağ analizini içeren bilimsel bir çalışma” olduğu belirtilmekte ve “andıç” veya “fişleme” türünden eleştiriler kesin bir dille reddedilmektedir. Söylenenlerden anlaşıldığı kadarıyla, uluslararası medya kuruluşlarının Türkiye’de tek sesli ve tek taraflı yayıncılık yaptığı inancıyla “retorik düzeyde” devam eden tartışmanın bilimsel bir çalışmayla temellendirilmesi istenmiş. Ne raporun takdiminde ne de metnin kendisinde açıkça dillendirilen bilimsellik iddiasının şimdi ileri sürülmesi, tartışmanın zeminini ister istemez analizlerin ve çıkarımların bilimin kurallarına ne ölçüde uygun olduğu noktasına kaydırıyor.
Bu açıdan yaklaşınca çalışmada, özellikle kırılma yaratan büyük siyasi olaylar gerçekleştiğinde, Türkiye’nin dünya kamuoyunda neden olumsuz bir şekilde resmedildiğini anlamanın öncelikli hedef olduğunu görüyoruz. Yazarlar söz konusu durumun ardında yatan nedenin, uluslararası medya kuruluşlarının kendi yayıncılık ilkelerine aykırı bir şekilde “tek sesli” ve “tek taraflı” yayıncılık yapmasının olduğunu net bir şekilde ilan ediyorlar. Bununla birlikte, araştırmanın varsayımlarına ve kavramsal çerçevesine, kullanılan yöntemlerin bilimin teknik ve etik ölçütlere uygunluğuna ve açıklanan bulguların tutarlılık ve bilimsel geçerliliğine sıra geldiğinde aynı netlikten maalesef söz edemiyoruz. Aslında her bilimsel araştırmada, varsayımlar ve bunların yarattığı sınırlılıkların belirlenmesi, temel kavramların açık bir şekilde tanımlanması zorunlu bir ön koşul oluşturur. Çünkü araştırmanın başkalarınca da tekrar edilebilmesinin ve diğer araştırmacılar tarafından sınanabilir kılınmasının başka bir yolu yoktur.
TÜRKİYE'NİN ARTAN GÜCÜ VE ÖNEMİ VARSAYIMI
Böylesi bir açıklığın olmamasının ne gibi sorunlara yol açtığını görebilmek için araştırmadaki temel varsayımı sorgulamakla işe başlayabiliriz. İnsan metinde yapılan analizleri okudukça kendini şu soruyu sormaktan alamıyor: Uluslararası alanda faaliyet yürüten medya kuruluşları neden Türkiye’ye karşı olumsuz bir tutum benimsemiş durumdalar? Oysa araştırmada akla ilk gelecek olan bu soruya açık bir yanıt vermek yerine, "Türkiye’nin etkisinin artması”, “Türkiye’nin öneminin artması” veya “Türkiye’nin gücünün artması” gibi vurgularla dolaylı bir yanıt verilmeye çalışılmış. Metinden Türkiye’nin dünya siyasetindeki ağırlığının artmasıyla ülkenin iç siyasetine olan ilginin de arttığı anlaşılıyor. Türkiye’ye yönelik bu düşmanca tutum da artık rakip durumuna gelmiş bir güce gösterilen muamele olduğu için bir mantık çerçevesine oturtuluyor. Yani uluslararası basın kuruluşları, bağlı oldukları merkez ülkenin çıkarlarına tabi olduğu için, Türkiye’nin dünya kamuoyu nezdinde olumsuz temsil edilmesi kaçınılmaz sonuç oluyor. Bir örnek oluşturması bakımından bu kuruluşların aslında nasıl kendi ülkelerinin çıkarlarını savunduğunu ifşa eden şu belirleme gerçekten dikkate değer: “Ancak VOA’nın Türkiye uzantısı olan Amerika’nın Sesi’nin yine ABD eksenli bir yayın politikası izlediği ve objektif bir bakış açısı sunmadığı açıktır.”
Siz de benim gibi adı açıkça Amerika’nın Sesi olan bir kuruluşun, “şaşırtıcı” bir şekilde ABD eksenli yayıncılık yapmasındaki “adaletsizliğin” şokunu atlatabildiyseniz, bu varsayımın neden bilimsellik ölçütlerine uygun olmadığını tartışmaya geçmemde bir sakınca görmezsiniz diye umuyorum. Şunu belirtmekte yarar var: Buradaki ilgi artışını Türkiye’nin gücündeki artışla açıklayan varsayım, gerekli bilimsel ölçütlerle sınanmadığı müddetçe, bol miktarda dolaşımda olan komplo teorilerinden biri olmanın ötesine geçemez. Çünkü böyle bir varsayım hiç de öyle yazarların düşündüğü gibi kendiliğinden açık değildir ve bilimsel kanıtlara ihtiyaç duymaktadır. Söz konusu kuruluşların ilgisindeki artışın sadece Türkiye’ye özgü olduğundan, yani onların habercilik faaliyetindeki genel bir artış eğiliminden kaynaklanmadığından emin olmanız gerekir.
Bu meseleyi iki örnekle daha da açık kılabilirim sanıyorum: İlk olarak, Türkiye’ye yönelik habercilik faaliyetlerinin artmasının, o kuruluşların faaliyetindeki genel bir artıştan kaynaklanma ihtimali olması da son derece mantıklıdır. Bu ihtimali çürütecek kıyaslamalar yapmadıysanız, yani aynı kuruluşların başka ülkelerdeki habercilik faaliyetlerinde de artış olup olmadığına dair bir analiziniz yoksa, bu görüşü bilimsel olarak ileri süremezsiniz. İkinci olarak, ülkede faaliyet gösteren yabancı ajans sayısının çoğalmasından sanki Türkiye’nin siyasi nüfuzundaki artışın açık kanıtıymış gibi söz edemezsiniz. Çünkü bu durumun, Türkiye’den çok o ülkelerin nüfuzundaki bir artışın işareti olması daha mantıklıdır. Çin veya Rusya gibi ülkelerin bölgemizdeki etkinliğini arttırmak için bizi izlemeye alması Türkiye’ye de bir önem verildiğini gösterir. Ama bu önemin Türkiye’nin o ülkelerin nüfuzunun artmasına yapacağı katkıyla koşullu olduğu ve bu yüzden de ikincil olduğu açıktır. O yüzden önce bu argümanın çürütülmesi gerekir. Halbuki raporda böyle bir tartışma veya çalışma yapıldığında dair hiçbir referansa rastlayamıyoruz.
SOL KEMALİST/ SEKÜLER VE MUHAFAZAKÂR /MERKEZ MEDYA KARŞITLIĞI
Benzer sorunlar, araştırmanın temel kavramlarındaki belirsizlikte de kendini belli ediyor. Araştırmanın tek seslilik iddiası “sol Kemalist ve seküler” medya çalışanlarının eğilimlerine dayandırılmış ve bu eğilimin karşısına da “muhafazakâr-merkez medya” konmuş. Ancak bu kavramların içeriği hiçbir yerde tam olarak açıklanmadığı gibi, kimleri kapsadıkları veya sınırları da gösterilmemiş. Örneğin seküler olduğu açık olan sol Kemalistlerin neden özel olarak vurgulanması gerektiği açık bir şekilde ortaya konmamıştır. Kemalist olmayan (HDP gibi) solu, sol olmayan (İYİ Parti veya liberaller gibi) seküler grupları da içeren daha geniş bir grubun varlığına işaret etme gereksinimini bu vurgunun makul bir nedeni olarak düşünebiliriz. Ama bu durumda da iktidar blokunu destekleyen hiçbir seküler topluluk olmadığını veya seküler olmayan Kürtlerin Türkiye’deki hiçbir siyasi gruba girmediğini varsaymak mecburiyetinde kalırız ki, bu doğru değildir.
Elbette bunlar giderilemez sorunlar olmayıp araştırmanın ihtiyacına uygun ve mantıklı çözümlerle halledilebilirler. Ancak bilimsel bir araştırmada böyle bir kavramsal belirsizlik hoş görülemez; çünkü bu durumda sınıflandırmada ve analiz sürecinde ciddi karışıklıklar çıkması kaçınılmaz olur ve ileri sürülen iddiaların geçerliliği sınanamaz hale gelir. Sınıflandırma sorununa başka bakımdan bir örnek teşkil ettiği için, raporda adı geçen bir basın çalışanının “Öcalan’a dair paylaşım” yaptığı iddiası ele alınabilir. Bu iddia ve gösterilen kanıt arasındaki uyumsuzluk, söz konusu kişinin bir kümeye dahil edilmesini imkânsız kılmaktadır. Zira ilgili görsele dikkatle bakınca, paylaşımın Öcalan’ın kendisine dair olmadığını, aslında Öcalan için intihar eden bir eylemciyle ilgili olduğunu görüyorsunuz. Siyasi nitelikli bir intihar eylemi, amacı her ne olursa olsun, dünyanın her yerinde bir haber değeri taşır. Dolayısıyla bir gazetecinin bu haberi paylaşması, onun siyasi eğilimine dair hiçbir şey göstermez ki, bu durum onu sınıflandırılmaz kılar.
GLOBAL MEDYA ŞEBEKESİNİN TEK SESLİLİĞİ SORUNU
Kullanılan yöntemler ve araçlar açısından bakıldığında da durumun daha iyi olduğunu söyleyemiyoruz. Bir “sosyal network analizi” yapılmış olması, raporun bilimsel bir çalışma olduğuna en güçlü dayanak olarak gösteriliyor. Oysa tek sesli habercilik iddiasıyla onu görselleştirdiği ileri sürülen network analizi arasındaki ilişki bilimsel açıdan bir hayli sorunlu. Yazarlar, yayınlarda kullanılan dilin taraflı olduğunu gösterecek bir network inşa etmek için, haberleri yazan gazetecilerin mesleki ve siyasi profillerindeki benzerlikleri ilişkilendirmeyi yeterli kabul etmişler. Burada öncelikle “haber dili” ile taraflı/tarafsız habercilik arasında kurulan bağ üzerinde durulması gerekiyor. Gazeteciliğin profesyonel bir uğraş olduğu dikkate alındığında, haberciden kendi inancı ve eğilimleriyle yaptığı haber arasındaki ilişki konusunda bir ayrım gözetmesini beklemek doğaldır. Ancak bu beklentinin sadece mümkün ve yapılabilir olanın sınırları içinde kaldığı sürece makul olacağını da gözden kaçırmamak gerekir. Bu yüzden haberde tarafsızlık ilkesiyle kastedilen, esas olarak, gazetecinin haber konusunu oluşturan olguları çarpıtmamasıyla sınırlı olmalıdır. Yani gazetecinin neyi haber değeri taşıdığı konusunda tercih yapmaması, haberde hangi yönün öne çıkarılacağını belirlememesi veya toplumsal konularda kişisel kanaatlerini paylaşmaması gibi imkânsız talepler tarafsızlık bağlamıyla ilgili değildir.
Bu açıdan bakıldığında adı geçen sosyal ağı oluşturan unsurlar arasındaki bağların dayandırıldığı ölçütün araştırma sorununa uygun olmadığını görüyoruz. Bu analizde gazetecileri temsil eden düğümler, onların önceden çalıştığı ve bugün çalışmakta olduğu kuruluşlar arasında yaptıkları geçişleri temsil eden çizgilerle ilişkilendirilmiş. Oysa araştırma sorunu kurumlar arası geçişleri değil, habercilik davranışlarını esas almayı gerektiriyor. Çünkü kurumsal geçiş, kişinin geçtiği yerde mutlaka haber çarpıtmaya devam edeceği anlamına gelmez; tam aksine o kişi haber çarpıtmak istemediği için de geçiş yapmak durumunda kalmış olabilir. Bu yüzden, haber dilinin yanlılığı, sadece haber içeriğinin çarpıtılmış olup olmadığından veya gerekli olduğu halde farklı görüşlere yer verilmemesinden hareketle gösterilebilir.
Tarafsızlık meselesi Türkiye’deki çoğu televizyon kanalında yapıldığı gibi, gerekli gereksiz her durumda karşıt görüşleri bir araya getirmek ve eşit imkanlar sunmakla ilgili biçimsel bir ilkeye indirgenemez. Hatta bazı durumlarda böyle biçimsel ve sığ bir tarafsızlık anlayışı, gazetecinden beklenen hakikatin özüne “yanlı haber dili” kullanmaktan bile daha çok zarar verebilir. Öte yandan, tarafsızlık anlayışınız ne olursa olsun, tartışmanın hareket noktası olarak gazetecinin geçmişini veya sosyal bağlantılarını seçemeyeceğiniz açıktır. Tarafsızlığı sadece haberde olgusal olarak sınanabilecek öğeler üzerinden ele aldığımızda “doğru haber” için objektif bir kriter uyguladığımızı ileri sürebiliriz. Uzun sözün kısası, araştırmanın sorusu haberin nasıl (“tek sesli / tek yanlı”) yapıldığıyla ilgilidir, haberi kimin (“sol Kemalist / seküler”) yaptığıyla değil. Nasıl sorusuna yanıt aranan bir araştırmada, kim sorusunun yanıtı üzerinden analiz yapmak soru ile yanıt arasında bir mantıksal kopukluk olduğunu gösterir. Bu sorunu çalışanların kişisel profillerini veya sosyal medya paylaşımlarını analize dahil ederek çözemezsiniz; çünkü gerçek şahısları anonim sosyal aktörler olarak analize sokmak yerine “profillemek” sorunun ta kendisidir.
SORULMAYAN 'İKİ YÖNLÜ İLİŞKİ' SORUSU
Tüm bu saydıklarım, yani varsayım, kavram ve araçlardaki sorunlar ister istemez elde edilen bulguların geçerliliği ve tutarlılığıyla ilgili sorunlara da yol açıyor. Araştırmalarda yaptığınız başlangıç varsayımları, ulaşacağınız sonuçları büyük ölçüde etkiler. Eğer doğru teorik varsayımlara dayanmıyorsanız, gökyüzündeki leylekler ile yeni doğan çocuklar arasındaki bağlantıları gösteren bir network analizi dahi yapabilirsiniz. Çünkü uygun varsayımların yapılması ve gerekli verilerin toplanması koşuluyla, mavi gökyüzü altında birbirine bağlayamayacağınız iki şey yoktur. Bu yüzden şebeke içindeki düğüm noktalarını bir şekilde bağlayabilmiş olmanız, onlar arasındaki ilişkinin zorunlu olarak bir “network yakınlığı” olduğunu göstermez. Gerçekten “network etkisini” açığa çıkarabilmek istiyorsanız daha fazla çalışmak gerekir, çünkü network teorisi raporda gördüğümüz ve “link analizi” denilen o yaklaşımın ötesine geçeli uzun bir zaman oluyor. Siz gerekeni yapmazsanız, mesela ayırtların düğümler arasındaki “dağılımını”, network'ü oluşturan “segmentler” arasındaki etkileşimi ya da “yapısal boşlukları” belirlemezseniz, o network'ün gerçekte nasıl çalıştığını doğru bir şekilde belirleyemezsiniz. İki düğüm arasındaki yakınlığın bir “coğrafi yakınlık”, “sosyal yakınlık” gibi etmenlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığından emin olmadıkça bir network etkisi açığa çıkardığınızı ileri sürmeniz doğru değildir. Dahası, bence araştırma açısından çok önem taşıyan şu mesele, yani uluslararası kuruluşlar ile ulusal kuruluşlar arasındaki gazeteci hareketliliğinin iki yönlü olup olmadığı konusu, gerekli analizler yapılmadığı için soruşturulmamıştır bile. Bu kritik bir sorudur, çünkü iki yönlü bir ilişkinin yapısı karşılıklılık ilkesine dayalı olduğu için, tek yönlü bir ilişkinin sizi götüreceği yerden çok farklı bir yere götürebilir.
Raporda Türkiye’nin global medya ağlarına nasıl eklemlendiğini gösterdiği söylenen grafiklere bakınca bu türden analizlerin yapılmış olduğunu göremiyoruz. Bu yüzden, sosyal ağ etkileşimindeki zirveleri grafik çizimlerden hareketle değil, araştırmacıların sonuç bölümünde söyledikleri sayesinde anlayabiliyoruz. Söylendiğine göre CNN Türk, Radikal ve Habertürk medyadaki hareketliliğin tepe noktalarını temsil ediyor. Eğer bu doğruysa, yani gazeteciler uluslararası kuruluşlara bu merkezlerden yayılmışsa, bu durumda çizilen network'ün araştırmanın hedefleri dışında bırakılmış önemli bir gerçeği işaret ettiğini de peşinen kabul etmemiz gerekir. Çünkü ismi geçen kuruluşlar iktidar yanlılarınca satın alındığında veya kapatıldığında, yoğun gazeteci tasfiyelerinin yaşandığı kurumlardır ve tasfiyelerin bu gazeteleri tarafsızlaştırmak yahut çok sesli kılmak amacıyla yapıldığını kimse söyleyemez. O halde işinden atılmış veya bir şekilde işini yapamaz hale getirilmiş olan "uzantıların” uluslararası kuruluşlara yönelmesini, “tek seslilik” ve “tek yanlılığın” sebebi olarak gösterecek haklı bir zemin yoktur; aksine onlar bir başka yerde iktidar baskısına maruz kaldıkları ve bu yoldan tesis edilen bir tek sesliliğin mağduru oldukları için böyle bir yönelime girmiş gibi görünüyorlar. Yani araştırma, bir başka açıdan yorumlandığında, göstermeye çalıştığı şeyin tam tersini de ispatlamayı mümkün kılmaktadır. Tutarsızlıktan söz ederken kast ettiğim şey de tam olarak budur.
İNSANLARI ANLAMANIN YOLU ONLARA SEVGİ VE SAYGI DUYMAKTAN GEÇER
Ne yazık ki önümüzdeki çalışmanın bilimsellik durumunun pek iç açıcı olduğunu söyleyemiyoruz. Kavramsal ve yapısal bakımlardan belirsizlik içeren ve etik açıdan sorunlu olan bazı araştırmalara sosyal bilim dünyasında da rastlayabiliyoruz; ama bir kural olarak bu tarz araştırmaların meşru kabul edilmediğini ve pek fazla itibar görmediğini belirtmekte yarar var. Çünkü araştırma ilkeleri açısından esas olan, insanların rızasını almaksızın onların kişisel verilerini kullanmamak, o insanların geçmişini veya adlarını, bu bilgiler açık olsa dahi ifşa etmemektir. Sosyal bilimci, açık alanda ham ve dağınık şekilde bulunan bilgiyi olduğu gibi bırakırsa görevini yapmamış olur; o, verileri bir araya getirmek, sistematize etmek ve içerdikleri örüntüleri açığa çıkarmakla yükümlüdür. Bu işlemler sonuçta sadece bazı soyut genellemeler yapılmasını mümkün kılmakla kalmazlar, serbest haldeki bilgiye yüklenmesi mümkün olmayan yeni anlamların yüklenmesini de sağlarlar. Yani sosyal bilimci, açık kaynaklardan aldığı bilgiyi dönüştürür ve ona orada sahip olmadığı bir etki katar. Bu yüzden açık bilgileri kullanmanın kendini sorumluluktan kurtarmadığının bilincindeki her sosyal bilimci, insanların mahrem kalma hakkına, onlar aksini belirtmediği sürece büyük bir özen gösterir. Böyle bir özenin gerekli olduğundan bir nebze dahi olsa şüphe ediyorsanız, sadece isminizin Türkiye aleyhine çalıştığı öne sürülen yaklaşık iki yüz kişilik bir şebekenin içine “bilimsellik” iddialarıyla dahil edildiğini düşünmeniz yeter de artar bile.
Söz konusu araştırma, sadece doğru öncüllere dayanmadığı veya analiz ilkelerini doğru uygulamadığı için değil, sosyal araştırma etiğinin en temel kuralına aykırı gözüktüğü için de sıkıntılıdır. Doğru bir analiz için önce iyi bir araştırma yapılmış olması gerekir. İyi bir sosyal araştırmacı olmanın ilk koşuluysa, gözlem kümenizin mensuplarını “uzantı” türünden yargılayıcı ve küçük düşürücü sözlerle aşağılamamak ve onlara saygı duymayı becerebilmektir. Sonuçta insan üzerine çalışıyorsunuz, mikroplar veya virüsler üzerine değil! İnsanları sevmeyen, onlara saygı duymayan birinin onları ne ölçüde anlayabileceği ziyadesiyle şüphelidir. Hani anladıkça daha çok sevmeye başlar ya insan; bunun tersi de doğrudur, sevdikçe daha iyi anlamaya başlarsınız. Çoğu sosyal bilimcinin bir süre sonra araştırma konusuyla özdeşleşmesinin, ona bağlılık duymasının nedenini bu duygusal gereklilik oluşturur. O halde bu etik ilke sosyal bilimlere dışarıdan eklenmemiştir ve ötekini anlamak hakikate giden yolun zorunlu koşuludur.
Tüm bunlara rağmen, meseleleri anlamadan bilebileceğini varsayan çok sayıda insan olduğu da inkâr edilmez bir gerçek. Bu yüzden bilimsel yöntemleri ve araçları, bilimin ölçütlerini ve etiğini hiçe sayarak kullanmakta sakınca görmeyen araştırmacılar her zaman var olmuştur. Bu türden araştırmaların yapıldığına SETA’nın da örnek gösterdiği türden Amerika merkezli düşünce kuruluşlarında çok sık rastlanır. Ancak o kuruluşların da yaptıkları çalışmalarda sırf bilimsel yöntemlerin uzantıları var diye “bilimsel çalışma” yapma iddiasında olduğundan emin değilim. Sonuç olarak, açık kaynaklar kullanılarak elde edilen bulguların, ister doğru ister yanlış olsunlar, o insanların rızasına dayanmadan üretilmiş ve alenileştirilmiş olduğu gerçeği, Batı’dan örnekler göstermekle değişmez ve bilimsel hale gelmez. Çünkü seçilmiş bazı insanları isim isim işaret ederek “uzantı” diye damgalamanın etkisi nasılsa öyle kalmaya devam eder. Kanımca analiz uzantılı bu raporun, birçok insanda bilimsel çalışmadan çok bir “andıç” veya “fişleme” etkisi yaratmasının nedeni de burada yatıyor.