Yönetmen, senarist ve yapımcı gibi birçok mesleki 'apolet'
taşıyan Scott Derrickson, devasa Marvel prodüksiyonlarındaki
kariyerine ara verip, göreceli olarak daha mütevazı ve 'eski usul'
olarak adlandırabileceğimiz korku filmlerine yoğunlaşınca bizce
daha iyi sonuçlar çıkarabiliyor.
Derrickson’ın 'ufuktaki' yeni projesi "Doctor Strange"in ikinci
bölümüyken, yönetmen keskin bir viraj yapıp (bizce geçici olduğunu
düşünüyoruz) Marvel dünyasına ara vererek, tekrar oyuncu Ethan
Hawke’la 'el ele verip', tabiri caizse 'ilk aşklarına' dönüyor.
Hatırlanacağı üzere yönetmenlik kariyerinde 12 yapım bulunduran
Derrickson, 2005’te büyük bir yenilik taşımasa da hiç de fena
olmayan "The Exorcisme of Emily Rose" (Şeytan Çarpması) adında bir
filme imza atmıştı. Eğer yönetmenin bizce bir felaket olan "The Day
the Earth Stood Still" (Dünyanın Durduğu Gün, 2008) adaptasyonunu
bir kenara koyarsak (film değerleri açısından) 'umut verici' olan
kariyeri, 2012 yılında çektiği "Sinister" filmiyle ciddi bir ivme
kazandı ve belki de son yılların en kaliteli Amerikan korku filmine
şahit olduk! Dolayısıyla Joe Hill’in bir öyküsünden uyarladığı
"Black Phone" filmiyle merakımız 'kabarmıştı' ama bu son filmiyle
beklentimizin karşılığını aldığımızı söylememiz biraz zor!
Hikâyeye değinecek olursak: 70’li yılların sonunda Amerika’daki
Denver eyaletinin bir kasabasındaki çocuklar 'Grabber' (Gaspçı) adı
takılan esrarengiz bir adam tarafından teker teker kaçırılmaktadır.
'Grabber'ın son kurbanı, kasabada sert babası ve kız kardeşiyle
beraber yaşayan Finney olur. Kaçırıldıktan sonra karanlık ve
korkutucu bir mahzene kapatılan Finney, duvarda çalışmayan bir
telefon bulur. En azından ‘çalışmıyor’ gibi duran….
JOE HILL KİMDİR?
Bir korku filminin başarılı olmasındaki 'kilit' noktalardan biri
bizce uyarlandığı kitap veya hikâyedir. Bilindiği üzere birçok
önemli korku kitabı büyük yönetmenlerin elinde birer sinema
başyapıtına dönüşmüş, bazılarının ise vasat hatta başarısız
sonuçlar verdikleri de olmuştu. Filmin senaryosuna imza atan Scott
Derrickson ve C. Robert Cargill ikilisinin esinlendiği eser ise
2000’li yılların ortasında '20’th Century Ghosts' adlı hikâye
derlemesinde yer alan, Joe Hill’e ait bir hikâye oluyor. Joe Hill,
efsanevi yazar Stephen King’in oğlu ve kendisi de babası gibi
yapıtlarının beyazperdeye veya televizyona uyarlanmasına yabancı
bir isim değil. "NOS4A2" veya "Locke&Key" gibi serilere imza
atan Joe Hill’in sinema uyarlamaları ne yazık ki pek başarılı
olmadı. Uyarlamalarının yönetmenlik koltuğunda Alexandre Aja veya
Vincenzo Natali gibi yetenekli isimler olmasına rağmen sonuçlar
oldukça vasattı. "Black Phone" da bu kaideyi ne yazık ki
bozmuyor...
Aslında "Black Phone"un hikâyesi Derrickson’un çok başarılı
filmi "Sinister"ın, hatta 'sevgili' babası King’in "It" (O)
uyarlamasıyla ciddi paralellikler barındırıyor. Hikâye, sonrasında
çok daha 'gerçeküstü' noktalara gitse de "It" filminin çıkış
noktası bu filmle benzerlikler taşıyordu: 80’li yıllarda, bir
Amerikan taşra kasabasında çocuklar esrarengiz bir kişi tarafından
kaçırılıyor ve öldürülüyordu. Hiçbir ipucu bulamayan polis, bu
durum karşısında çaresiz kalıyordu. Kasabanın her köşesinde giderek
çoğalan kayıp çocuk ilanları görüyorduk. Bir diğer ilginç benzerlik
de, "It"deki kız karakterin 'annesiz' ailesi, bu filmde Finney ve
kız kardeşininki gibi alkolik, duygusuz ve gaddar bir baba
tarafından yönetiliyordu.
ESERE BAĞLI KALMAK!
Yönetmen Derrickson, filmini çekerken bariz bir şekilde
esinlendiği hikâyeye sadık kalmaya çalışıyor. İlk bakışta
hakkaniyetli ve cesur gibi duran bu yaklaşım, biraz 'aşırı' bir
gayretle dengesini kaybediyor. Çünkü göreceli olarak 'mekanik' bir
şekilde akan senaryo, birçok hikâye kıvrımı ve 'hedef noktaları'
taşıyor ama 'yazılı' bir şekilde tutarlı ve mantıklı olan bu
'duraklar' görsel olarak inandırıcılıktan yoksun geliyor. Yönetmen
bu zayıflığı artık korku filmlerinin 'ultra klasikleşmiş' birkaç
'jump-scare' sahnesiyle örtmeye çalışıyor ama bunların ne yazık ki
hikâyenin bütününe pek bir etkisi olmuyor.
Yönetmenin, Joe Hill’in 'minimalist' yapıdaki hikâyesine saygı
göstermesi belki takdire şayan durabilir ancak özellikle filmin
'kalbi' olması gereken Finney’in mahzende esir kaldığı sekanslarda,
Derrickson’nun sürekli uyarlamasıyla adeta 'didişmesi', 'çekişmesi'
ve hatta 'boğuşması' senaryoyu ciddi anlamda tökezletiyor.
Öte yandan yönetmen daha çok filmdeki psikopatın cesur kız
kardeş Gwen tarafından başlatılan takibine yoğunlaşınca senaryonun
asıl özelliği olan 'karanlık tarafı' öne çıkıyor. Hatırlanacağı
üzere 1981 yılında yönetmen (ve artık yapımcı) Steven Spielberg
tarafından kurulan 'Amblin Productions' yapımları, zamanın ruhuna
uygun olarak, bir kasabadaki çocuk grubunu merkeze koyup, onların
sakin ama sıradan hayatlarına dahil olan doğaüstü varlıklara veya
olaylara eğiliyordu. Spielberg ‘in 1982 yılında çektiği "E.T", hem
içerdiği 'dost uzaylı' temasıyla hem de başarılı görsel
efektleriyle 'gönülleri' fethetti ve ardından benzer sularda
gezinen birçok yapım geldi. Gerçi sonrasında Spielberg de bir
anlamda olgunlaştı, 'yaş aldı' ve çok daha sert 'uzaylı istilası'
filmleri çekti.
Amblin şirketi ("Stranger Things" dizisi ve diğerleri…)
tarafından dünyaya sunulan 'çocukluk' efsanesini 'karamsar'
görüntüsüyle 'frenleyen' "Black Phone" ise, zaman zaman 'boğucu'
bir atmosfer tutturmayı başarıyor. Seyirciye sakin ve huzurlu bir
ortamda yaşadığı izlenimi veren çocuk karakterler burada yerini,
evdeki şiddetle okul ortamındaki şiddet arasında gidip-gelen genç
kahramanlara bırakıyor. 'Grabber'ın 'pedofil' sapkınlığı, ima
etmenin ötesine geçiyor.
YERYÜZÜ, YERALTINDAN DAHA İLGİNÇ!
Aslında değindiğimiz gibi hikâyenin asıl gerilimli süreçleri
Finney’in hapis kaldığı ve kaçmaya çalıştığı sekanslar olması
gerekirken, yönetmenin filmin bütün aksiyonunu yerleştirdiği 'yer
üstü' ortam ve mekan daha çok ilgi çekiyor: 70’li yıllarda,
Hollywood sinemasının dünyaya 'pompaladığı' eğlenceli mekan
tasvirinin tamamen tersi; dayanışmanın kırılgan, toplumdaki bütün
bireylerin kendi kapılarının arkasına saklandığı, marjinal ve
kırsal bir Amerika tasviri, filmi farklı bir yöne ilerletiyor.
'Scope' çekimler, bu türde uzun metrajlı bir sinema filmi için
oldukça 'alışılmadık' bir tarz olsa da oldukça tempolu bir kurgu
sayesinde yerini buluyor. Bu tutum, mahzendeki sahnelerde boş
alanlara odaklanıp, 'Gaspçı'nın adeta bu boşluğun içinde
'saklanmasını', mekânın içinde 'erimesini' hissettirirken,
yeryüzüne çıktığında 'hüzünlü' evlerin serpiştirilmiş olduğu, çorak
sayılabilecek bir kasabanın tanıtımına katkıda bulunuyor. Bu
'değişkenliğin', filmin 'kapalı mekân' gerilimini azalttığı kesin
ancak bizce hem hikâye hem de karakterler 'yer üstüne' çıktığında
daha ilginç ve ürkütücü oluyorlar.
Bir de oyunculuk açısından bakarsak altını çizmemiz gereken bir
Ethan Hawke performansı var: Oyuncunun yönetmenle beraber çalıştığı
"Sinister"daki 'mücadeleci baba'dan tamamen kopup apayrı, kötücül
bir karaktere rahatça geçmesi büyük bir başarı… Birçok sahnede
yüzünde bir maske veya bir yarı-maske olduğu halde beden dili,
maskenin arkasındaki nüanslı konuşmaları ve bakışları bile bu
'kâbusvari' karaktere gereken tehditkâr gücü veriyor. Hiçbir şey
yapmadan oturduğu sahnelerde bile belli bir 'tehlike' ve 'endişe'
duygusu hissettiriyor.
Peki film için ne desek?... Eh işte!