• “Kapitalizm” kelimesini cümle içinde kullandığın an, sanki konuşmayı 50 yıl geri götürüyormuşsun izlenimine kapılıyor karşıdaki. Kapitalizmin bir başarısı daha: Bizzat kendisini otantik bir kelimeye, bir eşyaya dönüştürdü. İçindeyiz, maruz kalıyoruz ama hakkında konuşmak “eski” bir şey.
• Çok değil, 20 yıl önce ülkenin bütün gündemini alaşağı eden, bütün kafaları kendine döndüren, büyük krizlerin doğmasına sebep olan kimi figürlerin sanki hiç olmamış gibi “aramızda” dolaşması çok tuhaf geliyor bana. Ergun Göknel’i metrobüste görmüştüm bir keresinde. Artık dışarıda olan Mehmet Ali Ağca’yı hiç görmedim ama geçen Fenerbahçe’de Haluk Kırcı’ya tesadüf ettim uzaktan. Bahçelievler’deki öğrencilerin sesi kulağından silindi mi acaba?
• “Âşık isen râh-ı Bektaşî’ye gel/ Cân ile kıl bu tarîka rağbeti/ Hem mürîd ol mürşidân-ı sâdıka/ Tâ bulasın izz ü câh-ı devleti/ Lütf-ı Hakk’dır ehl-i irfan tekyesi/ Reh-numâ bil çekme asla gurbeti/ Kâ’im olup tekyelerde sen müdâm/ Can veregör eyleme hiç avdeti” (Sadık Abdal)
• “Yıllardır beklediğim” desem mübalağa olmaz; nihayet “Bektaşiliğin doğuşu”na dair etraflı bir metin yayımlandı, tam da bu isimle: Rıza Yıldırım, Bektaşiliğin Doğuşu – Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a, İletişim Yayınları. Sadık Abdal alıntısı da kitaptan. Uzun zamandır koşarak kitap almamıştım. Aldım, memnunum.
• Hacıbektaş’tan Göreme’ye yaptığım bir yolculuk var Edip Bülbül’le beraber. “Felaket arkadaşım” Edip’in albümünü de, Kırşehir’de yaptığımız kabir ziyaretini de, Balım Sultan’ın hemen ardındaki kumru sesini de, Göreme’ye yaptığımız o seyahati, bilhassa “Gâvur Ali”yi de yazmayı çok istiyorum. Bu da yazıyla, önce kendime, sonra kamuya yazamamak duyurusu olsun. İnsan çok istediği bazı şeyleri hemen yapamıyor.
• “Notlar” başlığını atmak, her ay bu ufarak notları tutmak güzel ama hizayı yanlış başlattım. Haziran içinde “Haziran notları” başlığı atınca, temmuzda da tutarlılık gereği “Temmuz notları” demek zorunda kaldım. Oysa gönül halen hazirandan söz etmek istiyor. Cüneyt Özdemir’in sesli mesaj isyanı gibi oldu bu da. Derdimiz bu olsun.
• Cüneyt Özdemir’i en son 32. Gün’den ve hatta Öküz’deki yazılarından hatırlıyorum. Bir de, televizyonların gördüğü belki en epik anlardan olan “Zorunda mıyım?”dan tabii ki. Meğer “YouTuber” olmuş; “sesli mesaj” isyanıyla fark ettim. Asla tahfif etmek derdim yok, önünde sonunda medyanın gidip YouTube’a dayanacağı sır değildi. Paralel izleme performansları var artık ailelerin. Survivor izleyen ebeveyne karşı Enes Batur yahut Orçun Işıtmak izleyen evlat. Gelsin “gülmeme challenge”ları, gitsin “bugün de tazı kanyonundan atlıyorum”lar. Özdemir, şikâyet ettiği üzere, bu mecrada “dişe dokunur içerik” üretmeye çalışıyormuş. Ama gene şikâyet ve iddia ettiği üzere, ürettiği dişe dokunur içerikler izlenmiyormuş; ancak kulis bilgisi, tuhaf hatıralar yahut magazinel şeyler konuşunca izleniyormuş. Yani diyor ki Özdemir, Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık? En son Şeyma Subaşı’nın kitabına kahkaha atmış. Doğrusu, bana biraz antidepresan koktu o kahkahalar. Şuna gelmek isterim; nasıl ki “İsteyen izlemesin” liberalliğine sahipse Özdemir, Subaşı konusunda konu daha ilk cümleden kapanıyor. “İsteyen istediğini yazar,” öyleyse.
• Bazı kimseleri ancak boşluklarıyla anlayabiliyorum ben. Birand mesela. Yaşarken, bunca önemli bir yer doldurduğunu, yaptığı siyasi belgesellerin meğer ne büyük emek olduğunu, merkez gazeteciliği denen şeyin de bir haslet içerdiğini ancak vefatından sonra anlayabildim. Halen dönüp dönüp 12 Eylül belgeselini izliyor ve hayran kalıyorum – ekibi hariç değil elbette.
• Hasan Atilla Uğur diye biri var. Oğlu, namlı “YouTuber”lardan biri imiş. O da oğlunun kanalında program yapmaya başlamış. Bir de kitabı mı çıkmış, öyle bir şey çarptı gözüme. Biz 80 küsur doğumlu çok yakın üç arkadaşız İstanbul’da. Herhangi bir kaynağa, ne bileyim herhangi bir arama motoruna yazılacak “Kızıltepe bıçak timi” sonuçlarına da ihtiyacımız yok. Hafızamız var. O zamanlar binbaşıydı. Hiç unutmadık.
• Bu dünyadan bir küçük İskender geçti. Çok dolaşan “Ben öldükten sonra dans edin…”le başlayan videosundan bahsetmek istiyorum; ki, bu dünyadan geçen küçük İskender’in öte yandan nelerle boğuşmak zorunda kaldığını hatırlayalım. İstanbul Modern’deydi o söyleşi, Semih Gümüş ve Ömer Türkeş moderatördü. Söyleşinin yapılacağı gün Akit gazetesi, küçük İskender’in eşcinselliği üzerinden onu adeta hedef göstermişti, kimi sosyal medya tosunları da galeyana gelmişti. İskender orada “Dans edin, için, eski sevgilinizi arayın, bu dünyadan böyle bir adam geçti deyin,” derken öte yandan hedef gösterilmesinin mecburi tedirginliğini yaşıyordu orada bulunan herkes.
• “Biz ovalılar” diye bir cümleye başlasam, bir cümlenin içinde en sevdiğim aidiyetlerden birinden bahsetmiş olurum. Biz ovalılar, pek su bilmeyiz. Doğrusu ağaç falan da bilmeyiz çok. Yıllardır Akif Kurtuluş’un bir dizesiyle geliyor yaz mevsimi bana: “Dünyaya biraz daha sokulmak için sahile indim”. İnemezsem bile, yaz mevsimi çokça bu dizedir, ben ovalı için. Arz ederim.