Eskiden medyada eşit, düzgün ve hakkaniyetli bir biçimde temsil edilmek gibi bir sorunumuz vardı. İletişim ve medya alanında çalışan akademisyenler olarak bunun üzerine yazıp çizerdik bol bol. Hakikaten ya, neydi o öyle temsil de temsil... Kendi vicdani itirazlarımız ve kendi taleplerimizle bizzat ve sadece kendimizi temsil ettiğimizi bile kanı(r)tlayamadığımız alelacayip bir dünyada sanırsın bir tek medyadaki “adil temsil” eksikti. Medyada kadınların temsili, farklı politik çevrelere mensubiyetlerin temsili, lgbt’lerin temsili, azınlıkların temsili, seçim öncesi dönemlerde siyasi partilerin ve siyasetçilerin eşit ve hakkaniyetli temsili. Yazar dururduk bu konuyu, tez öğrencilerimize filan da yazdırırdık. Şimdi düşününce insanın içine bir fenalık geliyor...
İtiraf edelim ki bir yandan çok önemliydi bu konu ama bir yandan da başka birçok önemli meseleden birine teyellenmediği ölçüde fazlaca tekrara düşülmüş ve aşınmıştı artık. İşte tam Türkiye’de görece yeni olan iletişim ve medya çalışmaları alanında yavaş yavaş bu teyelleme işine girişmiştik ki siyasi iktidarın büyük hassasiyetle ve öncelik vererek uyguladığı “medya politikaları” imdada yetişti ve birçok derdimiz gibi bundan da kurtulduk çok şükür. Medya alanında ardı ardına yaşanan depremlerden sonra konuşacak onca şey varken temsilin lafı mı olurdu?
TEMSİL ETTİRMEZÜK!
Yaşananlarla birlikte temsil meselesi de enine boyuna tırpanlandı. Mesele artık az temsil, eksik temsil, yanlış temsil ya da siyaset felsefesi düzleminde kavramsallaştırılan “temsil edilemez”lik filan meselesi değil. Bir “temsil ettürmezük!” meselesi. Ettirmiyorlar. O kadar basit. Kimi temsil ettirmiyorlar diye soracak olursanız, onlar da iyi ellerinizden öpüyorlar. Pardon ya, lafı kendi başına bırakınca alıp başını gidiyor böyle yengeç gibi yandan yandan...
Ne diyorduk? Siyasi iktidar ve yaygın medya işbirliğiyle işaretlenmiş geniş bir “medya lanetlileri” ordusu var, onları temsil ettirmiyorlar işte. Kimseler artık onlara ekranlarda yer filan vermiyor, veremiyor. Öyle izansız bir tektipleşme var ki, bir zamanlar katılımcı çeşitliliğini yeterli bulmadığımız için hakkında çızıktırıp durduğumuz Siyaset Meydanı tarzında bir programa rastlasak saatler boyunca soluksuz izleyeceğiz. O derece...
Bu lanetliler ordusu giderli bir korku filmi ya da dizisinde filan da istihdam edilmiyor. Oysa toplum hayatından olduğu gibi hikayelerin muazzam çeşitlilikteki türsel dünyasından da politik aykırılık ve hatta yaşlılık, hamilelik, çocukluk ya da farklı cinsel yönelimlilik gibi nedenlerle dışlananların, gerilim korku türündeki filmlerde filan karşımıza çıkması adettendir, değil mi ya? Yok, Roland Barthes’ın dediği gibi sanki Omo’ylan kovmuşlar ekranlardan, gazete sayfalarından filan, öyle de diplemesine bir temizlik...
Demem o ki yaygın, ana akım ya da bildiğiniz şu “normal” medyanın siyasi iktidar tarafından yutulup hazmedilmesinden bu yana medyadaki temel sorun “adil temsil” sorunu filan değil artık, sadece bir temsil sorunu. “Olmak ya da olmamak” biçimindeki bir temsil sorunu ki basitçe “olmamak” biçiminde tezahür ediyor.
Nitekim, ekranlarda ve yazılı basında yalnız ve yalnızca temsil edilebilme, diğer bir deyişle televizyonlarda ya da gazetelerde yer bulabilme imkanı bile gereğinden fazla değer kazanmış oluyor.
SEÇİMLER ÖNCESİNDE EŞİT TEMSİL VE PROPAGANDA İMKANI
Bu konu da 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun tarafından düzenlenmiş olduğu halde, son birkaç yıldır yapılan seçimlerde görüldüğü üzere, başta TRT olmak üzere kimseler yasaya uymuyor. Bundan da öte yasanın özel radyo ve televizyon kuruluşlarına belirlenen esaslara aykırı yayın yapmaları halinde yayın durdurma ve para cezası verilmesini öngören 149/A maddesi de 687 sayılı OHAL KHK’sı ile yürürlükten kaldırıldı. 16 Nisan 2017 referandumundan sadece iki ay öncesinde oldu bu değişiklik. Ayrıca kaldırılmasa ne olacaktı? İhlali yapan cezası neyse ödeyip geçerdi. “Yabancılaşmışa, hayına, vatan düşmanına eşit mi davranacaklardı bir de?
Eskiden olsaydı, bu olanlar karşısında içiniz sıkılıp yönünüzü başka bir tv kanalına çevirdiğinizde, bir Filiz Akın müşfikliğiyle “nen var kuzum, yine ateşin mi çıktı, neden her şeyi kendine düşman görüyorsun?” diye soran bir Yeşilçam filmi, fazlasıyla karışmış kafanızı o dakkada bir dengeye oturturdu. O da yok artık. Çeşit çeşit televizyon dizisiyle veriyorlar mehteri, veriyorlar mehteri. O oluyor...
Medyada temsille ilişkili olarak bahsettiğim “lanetlenme” meselesi, toplumsal konular, siyasal partiler, liderler üzerine medya dışı kamusallıklarda iki çift laf etmek isteyenlerde de lanetlenme endişesini ve buna bağlı bilumum kaygıyı tetikliyor. Hayatın diğer alanlarında da durum medya temsilinden farklı değil kısacası.
Ekmek gibi siyaset de tabiri caiz mi bilemem ama “aslanın ağzında”. Yırtıcılık ve paralayıcılıktan öte bir “aslan”lık filan da yok ortada üstelik. Siyaset alanında sözü olanların her bir cümlesi, itirazı, eleştirisi başka bir damgalamanın, yaftalamanın, aşırı yorumun veya paralamanın konusu oluyor. Kolay iş değil. Lanetlenmeyle “aslan”lara yem olma arasındaki dar bir aralıkta söylenecek her söz...
Buyur şimdi, ne diyeceksin?