Kapanmaz bazı yaralar.
Kapanmaz çünkü üzeri hafifçe kabuk tutmaya başladığında başlar hoyratça müdahale. Yaradaki irini akıtmak, sağaltmak için bir nevi tedavi programı sayılabilecek küçük bir helalleşme sözcüğünün taşıdığı büyük anlamın fark edilişi üzerine duyulan rahatsızlık, sağanak gibi üzerimize yağıyor. Herkesin eteğindeki taşı dökmesi yüzleşme için, helalleşmenin vücut bulması için gerekli derler. Doğrudur. Lakin son olarak Üstün Dökmen’in yeniden başlamasına sebep olduğu saldırı furyasının, etekteki taşı dökmekle ilgisi olduğunu iddia etmek mümkün görünmüyor. Doğrudan başa atılan imha edici silah niteliğinde (ve hatta niyetinde) başörtülü kadınları yeniden yok sayma/yok etme hamlesi olarak tanımlamak mümkün. Hedefi başörtülü kadınlar mı? Dindarlar mı? Niyeti hiçbir zaman gerçekten uygulanmamış, ismi var cismi yok laiklik ilkesini karşı karşıya olduğu tehditlerden kurtarıp yeniden inşa etmek mi? Hepsi olabilir. Ancak din dışı kurallara dayalı hukuk ve yönetim sistemi olması gereken laiklik, din karşıtlığı ve özellikle İslami görünürlük karşıtlığı olarak anlaşılmaya devam ettiği sürece ülkeyi yeniden geçmişin o kısır döngü anaforuna çekme işlevinden ötesini gerçekleştirebileceğini düşünmek zor.
Oysa şimdilerde bataklıktan çıkış için elimizi uzatıp tutabileceğimiz mesafede cılız bir dal belirdi karşımızda. Helalleşme çağrısının CHP’den, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan gelmesi özellikle önemliydi başörtülü kadınlar açısından. Başörtülü kadınlara yönelik eğitim ve çalışma yasakları, bir devlet şiddeti olarak paradigmanın kurucusu CHP ile özdeşti çünkü. Ve duyarsız kalınmadı bu seslenişe. Bir grup kadının aşureli ziyaretle helalleşme seslenişine karşılık vermesi, sentezimizi gerçekleştirme ihtimalini belirginleştiren adımlardan birisiydi. Bu iki karşılıklı adım sayesinde Cumhuriyetin ikinci yüzyılında belki laiklik ilkesini din düşmanlığı çizgisinden kurtarıp tam da olması gerektiği gibi din dışı/dünyevi prensiplere dayalı yönetim anlayışı şeklinde uygulamak mümkün olabilir. Demokratikleşme ihtimali gibi laikleşme ihtimali belirdi karşımızda. Ki yerli yerinde uygulanmayan laiklik ile demokratikleşmenin mümkün olmadığı tecrübeyle sabit. Biri diğerinin varlığına muhtaç iki prensibin yan yana gelebilme ihtimali umut vericiydi.
Yazık ki umut düşmanları hiç az değil. Bir yandan laiklik ilkesini din düşmanlığı olarak özellikle de İslami görünürlük karşıtlığı olarak uygulamak gerektiği saplantısına sahip laik yobazlar sahne aldı. Diğer yandan son yıllarda hiç sahneden inmeyen, hukuk ve yönetim sistemlerinin dünyevi referanslara dayalı olmasını din düşmanlığı sayan dindar bağnazlar seslerini yükseltti. Başörtülü kadınların terapi yapamayacağını söyleyen Üstün Dökmen, danışılan uzmanın etik olarak nötr kalma zorunluluğunu, kadın uzmanın dış görünüşüne bile değil doğrudan başörtülü kadın oluşuna indirgeyiverdi. Öyle büyük bilimsel tafrayla söz edilen bilim sanırsınız ki psikoloji değil de fenomonolojiydi. Muallim Naci yaşasa belki "çelebi, böyle olur post-trught çağında psikoloji dediğin" dizesiyle çıkardı karşımıza. İnsanın içselliğini, derununu, düşünme ve duyumsama alanındaki karmaşayı yüzeye çıkarma yolculuğunda danışana yardımcı olacak terapist sanki o karmaşanın faili imiş gibi bir yaklaşımla ve bu faillik hali sadece terapist başörtülü kadın olduğu takdirde yaşanacakmış gibi kocaman bir "bilimsel tespit" hareket geçirdi bütün başörtülü kadın düşmanlarını. Haksızlık etmeyelim başörtülü kadın düşmanlığı değil ortaya kusulan şey başörtülü kadınların kamu çalışanı olması, uzman mesleklere sahip olması diye sınırlayalım. "Bir Başkadır" dizisinde ele alındığı gibi danışan olabilir ama danışılan olamaz. Danışılan uzmanın karşısındaki başörtülü danışana yeterince nötr olup olmadığı sorgulanamaz ama başörtülü terapistin nötr olmadığı da sorgulanmadan peşin hüküm verilir: Olamaz! Fabrika işçisi, çaycı, gündelikçi olmasına hatta yaşamasına, nefes almasına izin veriyorlar bonkörce. Minnettarım "sahip" dememiz gerekiyor herhalde.
Başörtülü kadınlar kamu çalışanı olamazmış. Nedeni çok ama çok bilimsel: Sosyal psikolojinin standart normlarına dayalı idare hukuku gereğince… Vay canına! Hem sosyal hem psikoloji amma velakin bi de standart normları var ve de hukuk dediğin değişen şartlara ve ihtiyaçlara bağlı olarak değişen prensipler değil de gökten inmiş vahiy adeta! Ha ama unutmadan ekleyelim bu da aydınlanmacı ve de üstelik bilim! Peh! Sanırsınız ki gözleme, deneye dayalı sonuçlarla tespit edilmiş pek az sayıdaki fizik kanununu içinden birisi söz konusu. Örneğin yer çekimi kanunundan bahsediyor gibi. Besim F. Dellaloğlu, "Skolastik Aydın" başlıklı makalesinde skolastiği belirleyen özellikleri şöyle açıklar: "Usta/çırak ilişkisine, sosyolojik olarak lonca mantığına dayanması, pozitif, analitik, araştırmacı olmaktan çok mevcut geleneği yeni nesillere aktarmak anlamında "nakli ilimler" şeklinde yapılanması, skolastiği asıl belirleyen özelliklerdir." İslami ilimlerde taklidi iman ve tahkiki iman sınıflaması yapılır ya hani Dellaloğlu’nun tanımındaki nakli ilimler ifadesinin aydınlanmacı eğitim sisteminde de yer aldığına ilişkin görüşleri ifade ettiğini belirteyim. Ve tabii nakli ilimlerin ancak taklidi imanı beslediği yönündeki kendi görüşümü ekleyeyim. Zira tahkiki iman sorgulamayı, mantık düzleminde akıl yürütmeyi gerektirir.
Nakle dayalı eğitim sisteminin ürettiği şey bireyler olarak skolastik aydınlar olabilir ama kurulan sistematik aydınlanmacı skolastisizmi olarak çıkıyor karşımıza. Ürünleri de ortada. Bilimsel gelişmelerden uzak 18’inci yüzyıl pozitivizminin ilerlemeci özünden uzak düşmüş, iki üç yüzyıl öncenin geçmişe kıyasla ileri sayılan kalıplarına esir olanların günümüzün ne kadar gerisine düştüğünü idrak etmekten aciz bir okuryazar kitle üretildi. Bu ürünlerin gelecek yüzyılı de şekillendirme hamlesi ürkütücü. Başlarken söz ettiği o yaraları itiraf edeyim bugün yazmaya bu yazıda da gücüm yetmedi. Bir işkenceci ustalığıyla o yaraların teker teker kabukları kaldırılıyor her bir "başörtülü kadın şunu yapar, bunu yapamaz" hükümleri içeren cümleyle. Bu kadarını belirteyim şimdilik. Yirmi yıldır toplayamadığım gücü belki bir gün ilerde bir gün toplarım. Yine de Üstün Dikmen’e şunu söylemeden geçemeyeceğim: Bayım! Evrensel etik değerler değil ama sizin o değerlere yüklediğiniz indî yorumlar benim varoluşumu belirleme gücüne sahip değil. Bilin ki siz o sözlerle tam da "kadınlar pantolon giymesin" diyen Diyanet'le fikir yoldaşlığındasınız. Kadın düşmanlığı kardeşliği yani nafile biraderlik halindesiniz. Başörtülü kadın olma hali varoluşsaldır. Hissettiği gibi olmak, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi kabul edilmek, özgürleştiricidir, kendimden biliyorum, emin olun.
Akademide bir başörtülü kadın olarak üstelik İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde ve yetmezmiş gibi 12 Eylül ile kurulan YÖK sisteminin ilk yıllarında yaşadıklarım başörtülü hayatı sürdürmeme engel oldu. Ancak başörtülü olmayışım 28 Şubat darbesinde akademiden ihraç edilmeme engel olmadı. Fakat şunu belirteyim atıldıktan sonra açtığım davayı kazanamadığımda üzülmedim, özgürleştim. Başörtümü çıkarırken yaradan Rabbimle kişisel bir sözleşme yapmıştım emekli olduğum gün bürünecektim örtüme. Gün değil saat geciktirmedim ve kendime, Rabbime söz verdiğim gibi devlete son imzamı attığımda örtündüm. Ve 20 yıl bedel öder gibi yaşarken benden çalınmış olan özgüvenimi yeniden kazandığımı o an çok somut bir şekilde hissettim. Kolayca verdiğiniz o ezber hükümle başörtülü olma halinin din eliyle kadınları köleleştirmek olduğunu söylersiniz ya işte o öyle tek yanlı bir baskı hali değil. Bazı kadınlar zorla örtünme dayatmasıyla özgüven kaybı yaşarken bazı kadınlar da zorla başını açma dayatması nedeniyle kendini köleleşmiş hisseder. Yıkın ezber kalıplarınızı ve rahat bırakın kadınları!
(Kapak İllüstrasyon: Katie Edwards)