Üstümdeki camı açıp aşağıya sarkarak o Êzdîlere “ben de sizdenim” diye bağırmak istiyordum, “ben de sizdenim, ben de sizdenim...”
1. TERCİH
- Nüfus memuru evdeki herkesi siyah ciltli, enlemesine uzun defterine sırayla kaydetti. Defterin sağ ucuna kimlik kartını koyuyor, kaydettiği kişi karşısındaki kişi değil de kimlikteki kişiymiş gibi siyah beyaz vesikalığa dikkatle bakıyor ve boş dikdörtgenleri ortasını hizalayarak dolduruyordu. En sonunda arka odadan ninem çıkıp geldi ve genç memurun yanına oturdu. Onu “lawê min” (oğlum) hitabıyla selamlayıp sol elindeki yıpranmış nüfus cüzdanını uzattı. Memurun yüzü değişti birden. Nineme karşılık vermedi. Babama dönerek, “bu yaşlıyı kaydedemem, bu Kürtçe konuştu” dedi. Önüne konan sıcak çayı orada bıraktı ve vedalaşmadan çıktı. O gün saymakla ilgili bir derdim oluştu. Büyüyünce iktisat diye bir şey olduğunu öğrendim. Şimdi iktisat doçentiyim.
Onu böyle dakikalarca otelin önünde beklemeleri, önemli biri olduğunu düşündürmüştü. Telaşla gelip lüks aracın içine girdiğinde bu kadar genç olmasına şaşırmıştım. Sürekli biçimde özür dilemiş, büyükçe telefonunu avuçlarında sıkıp durmuştu. Beni takdim ettiklerinde, birkaç defa daha özür dilemişti. Malum, “bölge öğrencileri” bir yerlere gelsin istiyordu, sürekli yanlarında olmalıydı, her saat bir sorun çıkabiliyordu, oteldeki şenliği de onları kaynaştırmak için düzenlemişti. Ülkemin en büyük denizine nâzır tesise geçtiğimizde ise, neden iktisatçı olduğunu böyle anlatmıştı. Onu birlikte beklediğimiz yeni saç ektirmiş edebiyat profesörü, hatırladığı birkaç Kurmancî sözcüğü birbirinin içine geçmiş cümleler içinde kullanıp durmuştu. Beni bu iki kişiyle tanıştıran kişi ise, Melayê Cizîrî’yi Ehmedê Xanî’ye kıyasla yeterince millî bulmayan bir mellenin Kürt edebiyatına meraklı oğluydu.
Yıllar sonra o şehre döndüğümde, iktisat doçentinin oğluna Fethullah adını koymuş işbirlikçi rektörün en yakın adamı olduğunu öğrendim. Oradaki yoldaşlarımızı KHK ile attıran barbarlıkta hissesi vardı. Meğer öğrencilerini istismar ile bilinen edebiyat profesörü ise, dekan olmuştu. Birkaç gün sonra elleri kekik kokan sevgilimle koltukları kocaman bir dolmuşa binerek şehrime dönecek ve ilçe garajına dönen köşedeki bir billboard'un üstünde kayyımın sevdiği edebiyat süprüntüleri arasında kafası çimlenmiş profesörün fotoğrafıyla karşılaşacaktım. Sol omzumda bir gülün ağırlığı vardı.
2. TERCİH
“Sen benim söyleyeceklerimi yazamazsın” deyip duruyor. Art arda tekrar ediyor. Hani araya birkaç cümle koysa… Diş tellerinin arkasından tıslayarak “sen dediğim için özür dilerim, ama size siz demek de yorucu” diyor. Sapsarı bir ovadan türemiş saçları yuvarlak omuzlarına düşüyor. Elleriyle memelerini dar penyesinin içine itip dururken, “Beden” diyor, “beden, plastik bir şeydir; seni baştan çıkarmaya çalışmıyorum.” Sanırım artık dünyanın her yerinde sadece Manuş Baba, Sıla ve Yeni Türkü’nün eski şarkıları çalıyor. Birinde sahicilik sorunu var, birinde canı yanmış bir kadının tınısı, birinde erken klasik olmanın pası. Katlanamadığımı o da fark ediyor. Gidip bir parka oturmayı öneriyor. İçimde bir boşluk yankılanıyor. Bana, “bir gün on çocuk bile yapsam tek sevgilim sen olacaksın” diyen birini, daha fazla sevilen olmanın iştahıyla bir parkta terk etmiştim. Karla karışık yağmur yağıyordu. Çantasından üç tane doğum günü mumu çıkarmış, yorgun çimlere saplamış, yakmış ve “hepsi sönsün öyle git Temocan” demişti. Ben şimdi bir parka nasıl giderim? Bilmiyor ki bu da. Arkasında oluşan boşluğa karışıp çıkıyorum kafeden. Ama ben bir parka gidemem. İnsan anılarının özetidir. Yaşanmış her an yaşanan her anın içinde yankılanabilir. Ya o bulut gibi kadın gideceğimiz parkta üç mumun tepesinde titreyen solgun ateşle bekliyorsa hâlâ! Ama bu, kafenin hemen yan tarafındaki parka varıyor bile. Yan yana oturulsun diye konmuş bankta bağdaş kurup bana dönüyor:
- Evde sürekli dayımdan söz edilirdi. Benim hatırladığım şu yüzü çil dolu dayım mı diye düşünüp dururdum. Sokakta, mahallede, şehirde ise insanlar onun yeğeni olduğumu söyleyip beni birbirlerine gösterirlerdi. Yanağımdan makas alanı da çıkardı, aferin diyen de. Oysa belli bir başarım yoktu. Hep önüne bakan biriydim. Hayattan çok ölümü, yerin altını merak ederdim. Ömrü tükenmiş beton kokan evlerden birinde büyüyüp duruyordum işte. Bir hikâyem bile yoktu. Benim gibi binlercesi vardı hem. Tek özelliğim onun yeğeni olmaktı. Yaşamadan da yaşamış sayılmak gibi bir şeydi bu. Aslına bakarsan, bakarsanız hiçbir çaba sarf etmeden sevilmek iyi bir şeydi. Lise ikiye kadar öyle gitti. Şikâyetçi olmak bir tarafa, hazır bir kişiliğin içine saklanmak güvenliydi. Bu şekilde kendimi bir eşyadan bile az kullanıyordum. Sonra o öldürüldü. Sıra benim yaşamama geldi! Bir gün Samandağ’da, ertesi gün Gever’de görüldüğü söylenen dayım öldürülmüştü. Bir helikopter onu öldürmüştü. Tepesinde durmuş. Kocaman mermilerle onu parçalamış. Dayım düşmüş. Yer soğukmuş. Helikopter kaya ve ağaçları da bombalayıp dayımın üstüne yığmış. Dayımın bir mezarı olmuş, ama bir taşı olmamış. Hep tepemizde dolanan ve küçükken dev bir kuş sandığım helikopter insan öldürebiliyormuş. Gökyüzüne ilgim öyle başladı. Sanki yerin dibine doğru giden bir kuyu ters dönmüş, göğün içine doğru gidiyordu. O dehlizin içine girdim. O dehlizde sesini duymadan da etraftaki helikopterleri görebilen bir şey olduğunu öğrendim: Radar. Sizinle, seninle tanıştığımızda masaya hâkim olmak için tanımadığın herkesin mesleğini sormuş ve ben “radar uzmanıyım” dediğimde, “daha çok bir hemşireye benziyorsunuz” demiştin ya, hani herkes kavrulmuş zekâ dolu bu esprine gülmüştü. Daha çok bir hemşireye benzeyen birinin bu dediklerini yazamazsın.
3. TERCİH
Biçimli ağzı dilini, sözcüklerini, bakışını ve bakmayışını uyumlu bir bütüne çevirmiş. Kullandığı sözcüklerde ne fazla ne de eksik bir ek yok. Ellerine bakması, önündeki boş fincanı sol kenara çekmesi, bir şeyi hatırlar gibi saatine bakması hep o bütünü tamamlıyor. Sanki başka bir yer yok. Sanki her şey yoğunlaşmış, yekpare olmuş. Böyle bir uçurumun bir okyanusa değmesi gibi bir şeymiş. Demiş:
- Annem Dersimli, babam ise Flaman. Den Haag’da doğdum. Ben Kürt değil, Avrupalıyım. Burada serpildim. Hayatım burada şekillendi. Annemin anlattığı acı hikâyeler ilgimi çekmezdi pek. Ne vardı hem, insan bir şekilde ölüyordu işte. Elbette ölümün o şekline üzülürdüm, ama benim gerçeğim değildi. Çok farklı bir toplumda büyüyordum. En büyük derdim daha hesaplı bir tatili kaçırmak filan olabilirdi. Ben de Avrupalı gözler taşıyordum: Bakardım, bakınca görürdüm, görünce gördüğümü düşünürdüm. Bazen birilerine üzülüyordum, ama üzüldüklerime dâhil değildim. Daha çok savaş oyunları çekerdi ilgimi. En çok da savaş uçakları. Oyunda bile olsa göğü yırtıp geçmeleri, yeri sarsmaları beni etkilerdi. Sonunda savaş pilotu oldum. Bir savaş pilotu için uygun özelliklere sahiptim. Her şeyi sırayla öğrenir, sırayla yapar, harfiyen uygular, heyecanlanmazdım. Bir ailenin evinde değil de bir devlet dairesinde yaşıyor gibiydim. Özel hayatım çok düzenliydi. Biriyle çıkacak olsam, yüzüne değil CV’sine bakacak gibi olurdum. O çelik canavarın içinde ise, sadece verilen emirleri düşünürdüm. Sonra bir gün, bir süpermarketin TV reyonunda Şengal görüntüleriyle karşılaştım. Gözüne fener tutulmuş tavşan gibi kalakaldım. Günlerce aklımdan çıkmadı. Günlerce ne gördüğümü düşünüp durdum. Sonra birden göreve çağrıldım. Koalisyon hava kuvvetlerine dâhil edilen pilotlardan biriydim. Şengal’e saldıran o barbarları bombalayanlardan biri de bendim. Ama içimde tuhaf bir his vardı. Bütün hislerin adını bilen ben bu hisse bir ad veremiyordum. O süreçte belirlenen hedefleri üstlerimin şart koştukları başarıyla vurmam önemli değildi benim için. Daha doğrusu, bu bir başarı sayılmazdı. Ruhum dinmiyordu bir türlü. Göğü yırtan ve yeri sarsan o uçağın içinde, bombaları attıktan sonra yönümü sığındıkları kamplara kırmak ve üstümdeki camı açıp aşağıya sarkarak o Êzdîlere “ben de sizdenim” diye bağırmak istiyordum, “ben de sizdenim, ben de sizdenim...” İçimde kaldı. Bir dalın ucunda açmış taze bir yapraktım da o yaşlı köklerime seslenememiştim.