Yazının başlığında Ilıcaklar’ın Tercüman'ının yer almasının tek nedeni Tarabya Oteli’ndeki seminerin Tercüman aracılığıyla düzenlenmiş olması değil kuşkusuz. Daha çok hatırlananın ve bilinenin Ilıcak ve Tercüman ‘markalarıyla’ anılıyor oluşu, Tercüman’ın dönemin sağ siyasetinin, haliyle Demirel’in ve dolayısıyla Demirel’in anayasa tezlerinin en büyük destekçisi oluşu...
Cemal Süreya’nın Kısa Türkiye Tarihi’nden:
“Üç anayasa/ortasında büyüdün: Biri akasya/Biri gül/Biri zakkum.”
Herhalde ancak böyle güzel ve öz tasvir edilebilirdi cumhuriyet dönemi anayasaları. Bugün tanıtacağım kitap/belge nedeniyle, konumuz ‘akasya’ değil. ‘Gül’den vazgeçip ‘zakkum’a geçilen dönem ve o dönemin önemli bazı toplantı/seminerlerinin yer aldığı bir yayın. Mesleğe ya da bu konularla ilgilenmeye yeni başlayacaklar için son derece önemli ve ne yazık ki yeteri kadar bilinmeyen bir kitap. Birikim Yayınları’ndan. BK Yayınları zamanında bir hukuk dizisi başlatıyor ve yayımladığı ikinci kitap, anayasa tartışmaları üzerine. Kitabın başlığı “İki Seminer ve Bir Reform Önerisinde Tartışılan, Anayasa”. 1982 tarihli yayının derleyeni, Osman Balcıgil.
Kitap iki ayrı tartışma ve bir belgeyi içeriyor. İlki, DP/AP çizgisinin destekleyicisi Ilıcaklar’ın Tercüman gazetesi tarafından düzenlenen “Siyasi Rejimin İşler Hale Getirilmesi, Anayasa ve Seçim Sistemi Semineri.” Tarih 19 Nisan 1980. İkincisi, İstanbul Barosu ve İ.Ü. SBF işbirliğiyle, “Demokratik Anayasal Düzenin İşlerliği, Anayasal Hak ve Özgürlüklerin Yaşama Geçirilmesi Semineri.” Tarih 10 Mayıs 1980. Üçüncüsü, Yeni Forum dergisinin “Rejim ve Anayasamızda Reform Önerisi.” Tarih, 15 Mayıs 1980.
Görüldüğü gibi darbeye aylar kala ‘anayasal sorunlar’ tartışılıyor. Her zaman olduğu gibi! En bilineni Tercüman gazetesi semineri olan bu dizinin ‘katılımcıları’ çok önemli isimler. İlk seminerde 1982 Anayasası’nın mimarlarından (Komisyon Başkanı) Orhan Aldıkaçtı, yanı sıra Yaşar Karayalçın ve Turhan Feyzioğlu konuşmacı. İkincisinde, Orhan Apaydın, Lütfü Duran, Edip Çelik, Bahri Savcı, Aydın Aybay, Murat Sarıca, Server Tanilli, Suphi Karaman, Aslan Başer Kafaoğlu ve Uğur Mumcu. Yeni Forum’unki ise bir reform önerisi, 15 Mayıs tarihli sayısına ek olarak verilmiş. Malumunuz bu derginin o dönem en tanınan adı (SBF’de bizim de iktisat tarihi dersimize girmişti) Aydın Yalçın’dır. Haliyle kitap o dönemin ‘tartışmaları’ ve ‘tartışanlarını’ tanımak için önemli kaynaklardan biri.
Belgelerin derleyeni Osman Balcıgil, dokümanları arka arkaya sıralamak yerine, ana tartışma başlıkları belirleyip (yürütmenin güçlendirilmesi, seçim sistemi, başkanlık tartışması gibi...) konulardan hareket ediyor ve öncesinde, Doruğa Doğru başlığı altında 1980’in ilkbahar aylarına varan süreci, partilerin (daha ziyade Demirel ve Ecevit’in) ve yazarların tavrını özetliyor.
Cemal Süreya’nın ‘gül’ü 1961 Anayasası, 27 Mayıs darbesi ardından kısa sürede ve darbe koşullarında ne kadar denilebilirse o kadar ‘katılım’ ile hazırlanmış bir anayasaydı. Evet ‘gül’ idi ancak ‘dikenleri’ de olan bir gül. 1982 Anayasası ile terk edilen ‘iki kanatlı meclis,’ bugüne dek varlığını/sorun olmayı sürdüren ‘MGK’ ve ‘askeri yargı’ gibi kurumlar da 1961’in armağanıdır. Buna mukabil ‘olumlu’ yanlarının yanında, eleştiriyi hak eden düzenlemeler kuşkusuz azınlıkta kalmıştır.
Tabii doğrusu bu yorum da yaşama nereden baktığınıza göre değişir. Örneğin anayasacılığımızın ilk kez 1961 ile tanıştığı ‘sosyal ve sendikal haklar’ demeti, özellikle 1970’ten sonra sermayedar ile sermayenin siyasetteki sözcüleri olan sağcılar tarafından baş belası olarak görülmeye başlanmıştır. Ya da temel hak ve özgürlükler alanındaki özgürlükçü hükümler bizler için ‘gerekliyken,’ 1968 sonrası AP’liler için ‘fazlalıktır’ ve ‘topluma bol gelen anayasanın’ daraltılması gerektiğini sıklıkla dile getirmişlerdir. Yine AYM, YHK (Yüksek Hakimler Kurulu) gibi, özerk kurumlar gibi düzenlemeler demokrasilerde mevcut olan gerekli ‘denetleme’ ve ‘fren’ mekanizmaları olsalar da, Türkiye sağcısı ve liderleri tüm bu fren mekanizmalarını her zaman ‘ayak bağı’ görmüştür. ‘Ayak bağı’ sözcükleri yerine, büyük ölçüde 1950-60 arasındaki mücadeleden doğmuş ‘Milli iradeye getirilen ortaklar’ ifadesini/sloganını tercih etmişlerdir ve 2018 yılında hâlâ çok canlı olan bu jargonun sağ siyasetteki en şöhretli kullanıcısı Celal Bayar’dır.
Dolayısıyla 1961 Anayasası, Türkiye’yi yeni haklarla, kurumlarla tanıştırıyordu ancak her tanışan aynı memnuniyeti sergilemedi. Birkaç yıl öncesine dek çok işitilen ancak bugün artık bir siyasi hareketçe ‘ele geçirildikten’ sonra aynı sıklıkta duymadığımız ‘vesayet’ kurumları (benim, TSK’yi dışarıda bırakarak, ‘denetleme ve fren mekanizmaları’ olarak adlandırmayı tercih ettiğim), Türkiye sağının ve ‘sağdan’ ve ‘soldan’ kırpılarak ‘liberal’ yapılan (ancak örneğin samimi bir İngiliz liberaliyle pek benzerliği olmayan) yazar ve siyasetçilerinin hedefinde olmuştur. Türkiye’deki (aslında yaşamsal olan) vesayet tartışması, ne yazık ki büyük ölçüde sağcı sığlığı ve çıkarcılığıyla maluldür. Çünkü çok partili yaşamda hemen her zaman ‘hükümet’ olan Türkiye sağcısı (ve 2000’lerle birlikte siyasal İslamcısı), söz konusu kurumsal ilişkilerden, üzerlerinde ‘hâkimiyet’ kurana dek şikâyetçi olmuş, içlerine işlemiş görünen yavanlık ve samimiyetsizlik gerçek bir tartışma ve ‘bürokrasi’ eleştirisini ‘imkânsız’ olmasa da, ‘anlamsız’ ya da ‘zamansız’ hale getirmiştir.
Hâl böyleyken, 12 Mart Muhtırası ardından Başbakan Süleyman Demirel her ne kadar şapkasını alıp gittiyse de, gerek ‘yargılamalar’ gerekse 12 Mart dönemi anayasa değişiklikleri AP’lilerin talep ettiği yönde olmuştur. 1961’in ‘bol geldiği’ iddia edilen haklar rejiminde daraltma yapılmıştır. Mart 1980’de Demirel şunları söylüyordu, 1972 değişikliklerine dair:
“...Bizim 1980 seçim beyannamesiyle Anayasa’ya getirmek istediğimiz yeniliklerin önemli bir kısmı 1971 bunalımı sırasında gerçekleşmiştir. Fakat bunların bir kısmının dozu noksandır. İlacı vermek kafi değil, ilacı dozunda vermek lazımdır...”
Özellikle 1974 küresel ekonomik krizi ve ardından koalisyonların bir türlü dikiş tutturamaması, MC hükümetleri dönemi, terör olayları, faşist saldırılar ve malum siyasal gelişmeler sonunda 1980’e gelindiğinde ‘darbe’ için gerekli ‘ekonomik/siyasal/toplumsal’ koşullar da oluşmuş, oluşturulmuştu. Korkut Boratav hoca, Türkiye İktisat Tarihi adlı kitabında 1980’leri ‘sermayenin karşı saldırısı’ başlığı altında anlatır. Hakikaten hem anayasası hem de o anayasaya varan yollarla 1961 rejimine ve emekçilere tam bir saldırıdır 12 Eylül. Bırakın 1980 darbesini, örneğin 1977 seçimlerinde zafer kazanmış Ecevit’e hükümet kurdurulmaması ve Ecevit sonunda bunu başardıktan (meşhur Güneş Motel!) sonraki aylarda o hükümetin başına getirilenler, TÜSİAD’ın Ecevit’i devirmek için yaptığı rezillikler (gazetelere hükümet karşıtı son derece sert ilanlar verildi vs.) hakikaten çok çarpıcıdır ve bunlar bilinmeden 1982 ‘anayasal rejimi’ anlaşılamaz.
1982 Anayasası, ilk halinde devleti yurttaşa, emekçileri patrona karşı korumak üzere hazırlanmıştır. Bülent Tanör’ün haklı saptamasıyla, Osmanlı - Türk anayasa tarihinde temel haklar rejiminde ilk kez ‘geriye gidiş’ yaşanıyordu. İşte bugün önerdiğim kitap böyle bir atmosferde, yaprakları koparılmış ‘gül’ ile özenle yetiştirilen ‘zakkumun’ tam ortasında tartışılanları anlatıyor. Tabii peşrevi bu kadar uzatınca, kitaba çok az yer kalıyor ister istemez. Ancak kitap uzun uzadıya tanıtılacak nitelikte değil doğrusu; aksi takdirde ‘o onu diyor, bu bunu demiş’ şeklinde yazmak zorunda kalırım ki, gerek yok. Bunun yerine, iki seminerin ve bir reform önerisinin içeriğini kitabı okuyacaklara bırakmak iyi olur.
Önemli olan, 12 Eylül’ün nasıl göz göre göre geldiğini, siyasetçilerin basiretsizliklerini ve belki de çaresizliklerini, özellikle Demirel’in inatçı uzlaşmaz tavrını ve bitmez tükenmez anayasa kavgasını bir kez daha hatırlamak. O kadar sık anayasa tartışması gündeme geliyor ki bu aylarda! Anayasa maddesi değiştirerek, örneğin olağanüstü hali yeniden tanımlayarak ya da cumhurbaşkanının yetkilerini biraz daha artırıp seçim yöntemini yeniden düzenleyerek, zorlukların üstesinden gelinebileceğini düşünen siyasetçi ve yazarların dramı. Bir asırlık derdimizdir bu. Tabii, anayasa değişikliğinin gerekliliğinden söz edenlere, Örsan Öymen gibi yanıt verenler de yok değil: “Aslında Türkiye demokrasisi üzerindeki Anayasa kavgaları bir acılı güldürü oyununa malzeme olacak niteliktedir... Yahu hep anayasalar mı suçlu?... Hırsızın hiç mi kabahati yok?” (Milliyet, 19 Nisan 1980)
Yazının başlığında Ilıcaklar’ın Tercüman gazetesinin yer almasının tek nedeni Tarabya Oteli’ndeki seminerin Tercüman aracılığıyla düzenlenmiş olması değil kuşkusuz. Daha çok hatırlananın ve bilinenin Ilıcak ve Tercüman ‘markalarıyla’ anılıyor oluşu, Tercüman’ın dönemin sağ siyasetinin, haliyle Demirel’in ve dolayısıyla Demirel’in anayasa tezlerinin en büyük destekçisi oluşu. Darbeden önceki son hükümetin siyasal temsilcisi Demirel ise, basındaki sesi de kuşkusuz Tercüman ve Nazlı Ilıcak’tır. Bu nedenle Ilıcak’ın konuya dair yazıları, aynı zamanda AP’nin taleplerini yansıtıyordu. Ancak hak yememeli, bugünün ‘havuz pespayeliğiyle’ karşılaştırıldığında Tercüman’ın (ve Ilıcak’ın) Demirel (ve onun anayasa talepleri) savunusu son derece düzeylidir ve ne denli yanlı olursa olsun yapılan eninde sonunda ‘bir anayasa tartışmasıdır.’ Bir yanda 1961 Anayasasını savunanlar, sahip çıkanlar ve sorunların anayasa değişiklikleriyle çözülmeyeceğini düşünenler; diğer yanda 1961 ile ülke yönetilemeyeceğini iddia eden değişiklik yanlıları. Tabii değişiklik yanlısı ‘siyasetçilerin,’ (başta Demirel) bazı konuları zorla çıkmaza sürükleyerek (cumhurbaşkanı seçilememesi gibi!) anayasa değişikliğini zorunlu göstermek gibi bir çabası da söz konusu.
Bu yazıyı kaleme almak için kitabı bir kez daha okuduğumda, 1982 Anayasası ile özdeşleşmiş isim olan Prof. Orhan Aldıkaçtı dahi fazla antipatik görünmedi gözüme. Hayat işte! Nihayetinde Eski Türkiye’den söz ediyoruz...