Terk etme siyaseti

1200 kişi tek bir musluğu paylaştığında, sosyal mesafeyi korumak imkansızdır. Mültecilere yönelik terk etme siyasetinin devam etmesi halinde aşırı kalabalık mülteci kampları, ölüm tuzakları haline gelecek.

Abone ol

Bilgin Ayata & Artemis Fyssa

Covid-19 salgını, birçok ülkede mevcut sorunları büyüteçle bakıyormuş gibi daha da net hale getirdi. Bu durum, yapısal eşitsizliklerin, birbirine dolanan güç dinamikleri ve geçmişteki politikaların başarısızlık ve eksikliklerinin son zamanlarda oldukça fazla görünürlük kazandığı Yunanistan için de geçerlidir. Kronik halk sağlığı sistemi eksiklikleri, müşterek Avrupa Birliği (AB) ve ulusal göç yönetimi politikalarıyla birlikte mülteci kamplarında sürmekte olan bir insani krize yol açmıştır. Ve şimdi korona virüsü işleri daha da kötüleştirmeye başladı.

Yunanistan’ın önceden beri var olan sert sınır ve göç yönetimi politikası son birkaç ay içerisinde daha da katılaştı. AB, ikinci bir ‘göç krizini’ önlemek amacıyla bu önlemleri meşrulaştırdı. Yunanistan hükümetinin mülteci kamplarıyla ilgili olarak Covid-19’a verdiği tepki, Yunanistan ve genelde Avrupa göç politikasının daha geniş bağlamı içerisinde anlaşılmalıdır. Kısıtlayıcı göç politikalarının ve halk sağlığı acil durumunun bileşimi, yalnızca mültecilerin hayatlarını ciddi bir risk altına sokmakla kalmıyor, aynı zamanda bu politikaların 'terk etme siyasetinden' kaynaklandığını ortaya koyuyor.

KRİZDEN ÖNCEKİ KRİZ

Sağcı bir parti olan Yeni Demokrasi, geçtiğimiz temmuz ayında, ulusal çapta bir ekonomik ‘normalliğe dönüş’ ve Yunanistan’ı beş yıldır meşgul eden mülteci ve sığınma konularıyla yüzleşmeyi vaat etmesinin ardından iktidara geldi. Daha da önemlisi hükümet, Yunan adalarında bulunan ve mültecilerin sığınma talepleri işleme alınırken uzun süre tutulduğu ‘sıcak nokta’ (hotspot) tesisleriyle ilgili tıkanıklığı aşmak için acil tedbirler alma vaadinde bulundu.

Hükümet, 1 Ocak’ta yürürlüğe giren bu hedefe ulaşmak için sığınma konusunda yeni bir yasa çıkardı. Yasanın temel amacı iltica başvurusu inceleme sürecini hızlandırmak. Buna karşın, hükümetin başvurduğu araçlar son derece sorgulanabilir ve göç konusundaki katı tutumunu da ortaya koyar nitelikte. Örneğin yasa, bir sığınmacının savunmasız kabul edildiği gerekçeleri en aza indirgiyor ve travma sonrası stres bozukluğu gibi ağır ruhsal bozukluklarla ilgili sorunları yürürlükten kaldırıyor. Bununla birlikte, yeterli araçları sağlamadan sığınmacıların yasal olarak temsil edilmesi gibi yeni usul taleplerini de dayatıyor; bu durumda, devletten, mültecilere hukuki destek neredeyse hiç sağlanmamakta.

Buna ek olarak, Midilli, Sakız Adası, Sisam, Leros ve Kos gibi Doğu Ege Denizi’nde bulunan adalarda kurulan yeni sıcak noktalar ve farklı bir amaçla kullanılmak üzere değiştirilen tesislerin inşa edilmesi önerisi bir kargaşaya yol açtı. Hem mülteciler hem de yerel halk yeni inşaat faaliyetlerine şiddetle karşı çıktılar. Hükümet son protestolara ağır polis şiddetiyle yanıt verdi. Olayların ardından, bazı yerel aşırı sağcı gruplar, sivil toplum kuruluşlarına ve mültecilere saldırdı. Bununla birlikte, neticede yerel tepki o kadar güçlüydü ki, hükümet özel polis kuvvetlerini geri çekti ve inşaat planlarını askıya aldı.

Ardından, hükümetin planları pamuk ipliğine bağlıymış gibi görünmekteyken, yeni bir sınır krizi ortaya çıktı: Türkiye, sınırlarını yeniden mülteci geçişlerine açtıktan sonra, Meriç Nehri boyunca uzanan Yunan-Türk kara sınırında binlerce mülteci toplandı. Daha sonra yaşanan olaylar Yunan hükümeti tarafından bir ‘istila’ diye nitelendirildi ve tepkiler aynı ölçekte oldu. Mart ayı boyunca ve özellikle de ilk 15 gün içerisinde her iki taraftaki çevik kuvvet polisi ve sınır muhafızları, sınır hatları üzerinden göz yaşartıcı gaz kapsüllerinin atıldığı bir takım askeri operasyonlar gerçekleştirdi. Yunanistan’a ulaşan mülteciler, aşırı polis şiddeti, hızlandırılmış yargılamalar ve hapis, keyfi gözaltılar ve hâlihazırda mevcut olan Türkiye’ye geri püskürtme operasyonları gibi uygulamaların yoğunlaştırıldığı bir yaklaşımla karşılandılar. Yunan hükümeti benzeri görülmemiş bir adım atarak mart ayı boyunca sığınma talebinde bulunma hakkını askıya aldı. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Meriç sınırındaki gerginliğin zirveye ulaştığı günlerde bir grup üst düzey AB yetkilisiyle birlikte bölgeyi ziyaret etti. AB liderleri, Yunan hükümetine Avrupa sınırlarını koruduğu için övgülerde bulundular ve Yunanistan’a göç yönetimi ve sınır denetiminde kullanılmak üzere 700 milyon avroluk ekonomik yardım sözü verdiler.

Bu dönemde Covid-19’un etkisiyle ilgili tartışmalar da Yunanistan’a ulaştı. Bu gelişmelerin kesişimi, Yunan yönetiminin mültecileri kapalı kamplarda tecrit altına alma ve daha fazla kısıtlama uygulama planlarını meşrulaştırması için elverişli bir ortam yarattı.

COVID-19’A VERİLEN ULUSAL YANITLAR

Yunan hükümeti 10 Mart’tan itibaren, sağlık alanındaki hazırlıklara zaman kazanmak umuduyla korona virüsü enfeksiyon eğrisini düzleştirmek için bir dizi katı tedbiri yürürlüğe koydu. Son on yıl içinde kamu hizmetlerinde yapılan radikal neoliberal tasarruf kesintileri göz önüne alındığında, Yunanistan’da bu süreye oldukça ihtiyaç duyulmakta. Büyük bir salgının patlak vermesi, gerçekten de üst düzey sorunlar doğuracaktır.

Anahtar adımlar büyük toplantıları yasaklıyor ve bu mümkün değilse sıkışıklığı ve aşırı kalabalığı sınırlamayı amaçlıyor. Aynı zamanda iç seyahat yasakları da uygulanıyor. Örneğin 21 Mart’tan bu yana karantina uygulamaları kapsamında sayfiye evlerine seyahat etmek isteyenlerin hareketlerine engel olacak biçimde, Ege adalarına giden feribotlara yolcu binmesine izin verilmedi. Hiçbir hükümet yetkilisinin sağlık hizmetlerindeki eksiklikleri kamuoyu önünde kabul etme ihtimali olmasa da, başta adalarda bulunanlar olmak üzere, bölgesel halk sağlığı tesislerinin tasarruf tedbirlerinden en fazla zararı gördüğü bilinmekte. Hastanelerde temel ekipman yokluğu yaşanırken pek çoğunda hiçbir uzman bulunmuyor. Yunanistan Kamu Hastaneleri Çalışanları Federasyonu tarafından yapılan son açıklamaya göre, Sakız’da bulunan hastanenin tek bir yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatağı bile yok. Aynı adada, AB’nin 5 bin 600 mülteciyi barındıran üçüncü büyük sıcak nokta tesisi bulunuyor. Midilli’de yalnızca altı tane yoğun bakım yatağı olduğu bildiriliyor. Bir salgın yaşanması halinde, çok az sayıda yatağın 86 bin 436 bölge sakinine ve Moria Hotspot kampında ve diğer Midilli mülteci barındırma tesislerinde yaşayan 21 bin 151 mülteciye hizmet etmesi gerekecek.

Adalara seyahat yasağı akılcı bir salgın önleme tedbiri gibi görünse de, aynı zamanda vatandaşların ve mültecilerin farklı muamelelere tabi tutulmasının paradigmatik bir örneğidir. Yunan vatandaşlarının evde kalmaları ve büyük toplantılardan kaçınmaları istenirken, mülteciler tam tersi bir duruma zorlanıyor. Sağlık hizmetleri veya tıbbi altyapı olmayan kalabalık kamplarda yaşıyorlar; kendi kendilerini karantinaya almaları ise imkân dahilinde değil.

Şu anda 40 bini aşkın mülteci Midilli, Sakız, Sisam, Leros ve Kos adalarında bulunan beş sıcak nokta tesisinde gözaltında tutuluyor. Bu sıcak noktalar, 2015’ten itibaren gelen büyük sayıdaki mülteci gruplarına AB’nin bir yanıtı olarak kuruldu. Yunanistan tarafından yönetiliyor ama AB tarafından finanse ediliyorlar. Bu sıcak noktalar geçici bir acil durum önlemi olarak lanse edilse de yeni gelenlerin gözaltına alındığı ve daha sonra birkaç ay, hatta yıllar boyunca hapsedildiği kalıcı tesislere dönüştü. Şu anda, bu sıcak noktalar Avrupa’nın en büyük mülteci kamplarını oluşturmaktadır.

SALGIN ÖNCESİNDE TESİSLERDEKİ YAŞAM KOŞULLARI

Her sıcak nokta tesisi kendi özel koşullarına sahip olsa da tamamında kronik bir temel altyapı eksikliği mevcuttur. Akademisyenler, STK’lar ve gazeteciler tarafından yıllardır hazırlanan raporlarda, kamplardaki insanlık dışı koşullar yoğun bir şekilde eleştirildi. Yalnızca kötü yönetim, büyük nüfus ve kaynak eksikliği gibi hususları öne sürerek, temel sağlık hizmetleri ve sıhhi altyapıdaki bu kronik eksikliğin kabul edilmesi mümkün değil. Dört yıldan uzun bir süre içinde gıda temini, barınma, sağlık hizmetleri, eğitim ve tıbbi bakım gibi temel ihtiyaçlar iyileşmemiş, aksine kötüleşmiştir. Bu durum yalnızca tolere edilmiyor, aynı zamanda kasıtlı olarak yeni gelenlerin cesaretini kırmak amacıyla kullanılıp kullanılmadığı sorusunu gündeme getiriyor.

Sayılar kendilerini anlatıyor. Yaygın olarak Moria kampı adıyla bilinen Midilli Karşılama ve Kimlik Merkezi, 2 bin 757 kişi için inşa edilmiş olsa da şu anda 18 bin 985 kişiyi barındırıyor; yani kapasitesinin 6.8 kat üzerinde bir nüfusa hizmet ediyor. Mültecilerin büyük kısmı, kampa bitişik zeytinliklerde kendi başlarına yaptıkları barınaklarda ve çadırlarda yaşıyor. Kampın dışında yaşayanlar, tesislerini prefabrik barınaklarda ve çadırlarda yaşayanlarla paylaşıyor.

Doluluk oranı yıllar içinde büyük ölçüde artarken, altyapı buna göre düzenlenmemiştir; su, tuvalet ve duşlara erişim son derece sınırlıdır. Örneğin Moria kampında bir musluk 1300 kişi tarafından paylaşılıyor ve 200 kişinin bir tuvaleti paylaşması gerekiyor. Prefabrik yapılar en fazla dört kişiyi barındırmalıdır; ancak çoğu zaman 12’den fazla insan tarafından paylaşılmaktadır. Aileler üç metrekarelik alanlara sıkışıp kalmış bir şekilde yaşıyor ya da birkaç yüz kişilik büyük çadır yapılarda barınıyorlar.

Savaş alanlarından ve zulümden kaçan mülteciler için büyük önem taşıyan tıbbi desteğe erişim tamamen yetersiz durumda. Yetersiz personel, ulusal sağlık kurumunun yeterli düzeyde finanse edilmemesi ve çok sayıda bürokratik engel, genellikle sıcak noktaları herhangi bir tıbbi destekten mahrum bir durumda bırakıyor. Bu durum, ziyaret ettiğimiz ve genellikle ordu doktorlarının veya STK’ların boşlukları doldurmaya çalıştıkları birçok tesiste de böyleydi.

Mülteciler, temel hijyen, gıda, su, sağlık, ulaşım veya diğer kişisel uygulamalarla ilgili bilgilere ulaşabilmek için saatler boyunca kuyrukta bekliyorlar. Her türlü hava koşulunda, rüzgâr, yağmur veya güneşe maruz kalarak uzun kuyruklarda beklemek, gündelik sıcak nokta deneyimlerinden birini oluşturuyor. Salgından önce bile, STK’lar kampların kapatılması ve mültecilerin anakaraya taşınması yönünde çağrıda bulunuyorlardı. Yunan hükümeti bu çağrılara yanıt vermek yerine adalarda resmi, kapalı gözaltı merkezleri biçiminde yeni kamplar inşa etmeyi önerdi.

SICAK NOKTA TESİSLERİNDEKİ COVID-19 TEDBİRLERİ

Yunan hükümeti, vatandaşlar için uygulanan sosyal mesafenin aksine, mültecileri daha da sıkıştırmaya çabalıyor. Mültecileri kalabalık kamplarda tutmaya devam ederken, şimdi de STK’ların buralara erişiminin önünü kesti. Buna ek olarak, bulaşmayı önlemeye yardımcı olabilecek bu büyük yaşam hattını çökertti. Daha da kötüsü, hükümet, yeni gelen mültecileri hâlihazırda kamplarda olanlardan ayırmak için, varış noktalarında barınak, yiyecek ve tıbbi destekten yoksun bırakılan eski mültecileri tamamen terk etti.

Bu sıcak noktalarla ilgili en son tedbirlere somut biçimde göz atalım. 16 Mart’ta bir Yunan hükümet temsilcisi, beş sıcak noktadan birinde Covid-19 testi pozitif çıkan kişilerin kamp dahilinde tecrit edileceğini duyurdu. Ertesi gün, Göç ve İltica Bakanlığı tüm sıcak nokta tesisleri için bir talimatname yayınladı. 27 Mart’taysa ek önlemler açıklandı.

İlk talimatname, doğası gereği yüzeysel olan on iki tavsiye içeriyor; zira kamplarda bulaşmaya karşı ana tehdit oluşturan koşulları görmezden geliyor. Örneğin, ‘kapalı ortak alanların deterjan ve dezenfektan ile günlük olarak temizlenmesi ve kapı kollarının sürekli dezenfeksiyonu’ gibi genel hijyen kuralları öneriliyor. Moria kampında kapı kollarının el yıkamak için gereken musluklar kadar nadir bulunduğu göz önüne alındığında, bu öneri sorunu gidermeye yardımcı olmaktan ziyade küçümsüyor.

Aşırı kalabalık kamplardaki ana enfeksiyon riski, sıkışık yaşam alanları, sabun, su, tuvalet ve duşun yetersiz olmasının yanı sıra, gıda ve çeşitli hizmetler için beklenen uzun kuyruklardan kaynaklanıyor. Bu gerçekler hiçbir şekilde etkili bir biçimde ele alınmamaktadır. Başka bir öneri ise günde bir kez yiyecek dağıtılması, bu sayede her gün üç defa yiyecek kuyruğuna girilmemesidir. Buna karşın, sosyal mesafe fiziksel olarak her koşulda imkânsız; eğer Moria’daki mülteciler gıda dağıtım kuyruğunda bile birbirlerinden 1,5 metre uzakta dursalardı, sıra yaklaşık 30 km uzunluğunda olurdu. Bunun nedeni, tam olarak, STK’ların ve AB Parlamentosu’nun mültecilerin derhal tahliye edilmesi yönünde çağrıda bulunduğu kamplarda, virüsün kontrol altına alınmasına yönelik bu ortak tavsiyelerin hayata geçirilememiş olması. Yanı sıra, Yunan hükümeti mülteci nüfusunu yerel halktan ayırma konusundaki kararlılığını sürdürüyor.

Salgın bahanesi altında, fakat aslında bu tecrit politikasını uygulamak için şimdi değineceğimiz önlemler alınmıştır. İlk olarak, Midilli’deki Moria’nın en kalabalık noktasına giden yollarda kalıcı polis kontrol noktaları kuruldu. Bu kontrol noktaları hem STK’ları hem de mültecileri etkiliyor. Yardım ve destek sağlamak için tesislere girmek isteyen gönüllüler bu kontrol noktalarında engelleniyorlar. Bu durum yardımları askıya alarak, mültecileri en çok ihtiyaç duydukları bir anda daha da büyük bir tehlikeye atıyor. Moria’nın içinden gelen son rapora göre, resmi personelin büyük kısmı tesiste günlük işlerini yapmaktan kaçınıyor ya da onlara böyle davranması söylendi. STK’ların ve gönüllülerin dışarıdan sağladığı yardımlar olmadan, genel gerilimler, cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet ve topluluklar arası çatışmalar daha da çoğalabilir.

Kamplardan ayrılan mültecilere de kademeli biçimde kısıtlamalar getirildi. İlk olarak, mültecilerin yalnızca sabah 7 ile akşam 7 arasında açık biçimde tanımlanmamış olan ‘kesinlikle gerekli haller’ için tesislerden çıkmalarına izin verildi. Örneğin, temel ihtiyaçları karşılamak için kamptan ayrılmanın ‘kesinlikle gerekli’ kabul edilip edilemediğini belirtilmemiştir. Sisam’da 7178 mültecinin 648 kişilik bir kampta yaşadığı sıcak noktada çamaşır yıkama tesisi bulunmuyor. Mültecilerin kampın dışına çıkıp bir STK tarafından işletilen bir çamaşırhaneye gitmeleri gerekiyor.

Kampları dışarıya kapatmanın bir sonraki adımı, Yunan hükümetinin başvurusu kabul edilmiş sığınmacılar için nakit yardımını keseceğini duyurmasıyla 27 Mart’ta atıldı. Son dört yıldır, bunlar aylık olarak ödeniyordu. Göç Politikası Bakanlığı, bu kararı, sığınmacıların para çekmek için şehre gitmemesi gerektiğini söyleyerek savundu. Bakanlık, bunun yerine ATM’lerin sıcak noktaların içine yerleştirileceğini, ardından marketler ve diğer küçük dükkânların da kurulacağını ekledi. Acil durum nedeniyle para yardımının askıya alınmış olmasının, mültecilerin sabun, gıda ve sağlık ürünleri satın alma imkânını ortadan kaldırdığı aşikâr. Aylık para yardımının, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) tarafından yürütülen ve AB fonları tarafından (DG Home [Avrupa Göç ve İçişleri Genel Yönetimi] fonlarıyla birlikte) finanse edilen ‘ESTIA’ programının yasal bir ön koşulu olduğu göz önüne alındığında, ödemelerin geçici biçimde askıya alınması bile bir endişe kaynağıdır.

Hükümet, Midilli, Sakız ve Sisam adalarındaki sıcak noktaların çevresinde on iki yeni sağlık ocağı kurulmasına karar verdi. Sağlık ocakları Covid-19 testleri gerçekleştirecek ve herhangi bir pozitif vakayı karantinaya alma amacıyla kullanılacaktır. Bir salgın sırasında 12 sağlık ocağının yetersiz olacağını söylemeye bile gerek yok. Mülteciler için daha fazla sağlık hizmetleriyse büyük ölçüde askıya alındı. Sıcak noktalardaki mülteciler, yalnızca ateşi varsa ve öksürüyorsa tıbbi yardım almaya çağırılıyor. Kronik rahatsızlıkları olan hastalar, hamile kadınlar ve tıbbi yardıma ihtiyacı olan diğerler kişiler bir kez daha yardımsız bırakılıyor. Kamplarda kilit altına alma önlemlerinin genel amacı doğrultusunda, resmi sağlık hizmeti sağlamaktan sorumlu olan kurum, mültecilere yeni önlemler hakkında bilgi vermek konusundaki faaliyetlerini bilgilendirici afişler asmakla sınırladı.

Bu yüzden, mültecilerin hem küresel salgın hem de her alanda mevcut olan sağlık riskleriyle başa çıkmak için yalnız bırakıldığını söylemek abartılı olmaz. Hükümet, şu anda boş olan otellerle adalarda bulunan diğer turizm tesislerini kullanmak gibi fayda sağlayan çözümler aramak yerine, kamplardaki mültecileri karantinaya almaya odaklanıyor. Aslında, mültecilerin şu anda boş olan otel binalarına yerleştirilmesi teklifi başlangıçta aktivistler tarafından önerilmişti ama 2 Nisan’da düzenlenen Sivil Özgürlükler, Adalet ve İçişleri Komitesi toplantısında, Komisyon Üyesi Johannson tarafından gündeme getirildi. Avrupa Komisyonu’nun bu konuda Yunan hükümetiyle ortak bir eylem planı üzerinde çalıştığı bildirilse de şu ana kadar bu konudaki sessizlik bozulmadı. Geleceğe dair somut bir eylem önerisi olarak yalnızca 1600 refakatsiz çocuğun yeniden yerleştirilmesinin altı çizildi.

SINIR GÜVENLİĞİ Mİ, İNSAN HAKLARI MI?

Bu yazının yazıldığı esnada, Yunan ana karasındaki mülteci kamplarında birkaç Covid-19 vakası bulunduğu doğrulandı. Hükümet, buna, tüm kampları karantina altına alarak ve tüm giriş çıkışları yasaklayarak yanıt verdi. Şu ana dek, en savunmasız durumda olanlar için bile bir tahliye operasyonu gerçekleştirilmedi.

Yunan hükümetinin mülteci kamplarına yönelik korona virüsü önlemleri, herkesin korunmasına öncelik vermek yerine göçü kısıtlayan siyasi gündeminden kaynaklanıyor. Sıcak nokta yaşam koşullarının gerçekliğini inkâr ederken ve mültecilerle ilgilenmenin sorumluluğunu kendi kendini tecrit etmesi, ellerini yıkaması ve kamusal alanları dezenfekte etmesi mümkün olmayan kişilere emanet ederken, hükümetin önleyici tedbirleri yalnızca bir hitabet egzersizi haline geldi. Şimdiye kadar yalnızca mültecileri toplumdan daha da ayıran tedbirleri güçlendirdi.

Bu terk edilme politikası devam ederse, aşırı kalabalık kamplar birer ölüm tuzağı haline gelecektir. Şimdiye kadar adalardaki sıcak noktaları dayatan ve finanse eden Avrupa Komisyonu, bu tür kamp politikalarından kaynaklanacak herhangi bir insani bedelin sorumluluğunu da paylaşıyor.

Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca, insan hakları pahasına Avrupa’nın sınır güvenliğine öncelik verilmesi, adalarda bulunan kamplarda insani bir krize neden oldu. 2019’da yeni hükümetin seçilmesinin ardından durum daha da kötüleşti. Meriç’teki kara sınırında yaşanan gerginlik sırasında Avrupa Konseyi’nin verdiği destek, hükümetin göçmen karşıtı sert politikaları için bir kaldıraç işlevi gördü. Artık sınır güvenliğinin insan haklarından öncelikli görülmesinin daha da tehlikeli bir oyun haline geldiğine tanık oluyoruz.

AB’nin göç politikası açık biçimde çıkmaza girdi. Durum ölümcül bir sona ulaşmadan önce acil bir eyleme ihtiyaç var. Avrupa’da gittikçe büyüyen bir hareket, mültecileri geride bırakırken tatilcilerin evlerine geri dönmesi için milyonlarca dolar harcamanın paradoksunu vurgulayarak, terk etme siyasetini protesto ediyor. Eleştirel sesler AB Parlamentosu’nda kısmen yankı buldu ve mütevazı bir şekilde DG Home’a da ulaşıyor gibi görünüyor. Bu, terk etme politikasından uzaklaşarak vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldıran bir koruma ve bakım anlayışına doğru yönelmek için en doğru zamandır.

*Not: Bu makale, Covid-19 salgını sırasında Avrupa’da bulunan mülteci ve sığınmacıların durumuyla ilgili mini dizimizin üçüncü bölümüdür. Mini dizi, ‘Altyapı Alanı ve Göç Yönetiminin Geleceği: Akdeniz Sınır Hatlarında AB Sıcak nokta Örneği” adlı araştırma projesinin ortak çalışmasının bir ürünüdür.

Yazının aslı Eurozine sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)