'Terör sebep umut hakkı neticedir'; yerseniz

Kürt Sorunu’nun ilk ve tek öznesinin bizzat halkın, toplumun kendisi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Toplum, soyut ve heterojen bir bütün. Farklılıkların ötekileştirildiği, düşmanlaştırıldığı bir iklimde toplumun özneliğinden de bahsedilemez. Çoğulluğun çoğunluğa kurban edildiği bir toplumsal zeminde sadece halk adına konuştuğunu zanneden çakma diktatörlerin sesi çıkar.

Mete Kaan Kaynar metekaankaynar@gmail.com

Fikret (Başkaya) Hoca, her kitabında, her yazısında lafı döndürür dolaştırıp mevzûu şeyleri adıyla çağırmaya getirir -ki haklıdır da: Bir sorunu çözecekseniz, kıvırtmayacaksınız, “mış gibi” yapmayacaksınız, yalan söylemeyeceksiniz. Çünkü şeyleri adıyla çağırmamak yalan söylemektir der. Yalanla bilim de yapılmaz, toplumsal sorunlar da çözülemez; yalanla gerçeği -ki bilimin sâikidir- arayamazsınız; güveni de inşa edemezsiniz -ki bu da toplumsal sorunların çözümü için ilk inşa etmeniz gereken şeydir. O zaman gelin şu işin adını koyalım: Kürt Sorunu’nu çözmeden toplumsal barış, toplumsal barışı tesis etmeden demokratikleşme olmaz; olamaz. Demokratikleşme de refahın sine qua non’u, refahın anahtarı.

Mademki şeylerin adını koymaya heves ettik, unutmadan deyivereyim; Kürt Sorunu Kürtlerin sorunu da değildir, Türklerin sorunu da: Bizâtihi, bu coğrafyanın sorunudur. Önemsiz mi, değil ama coğrafyadan kastettiğim, tam olarak İbn-i Haldun’un mekân-mukadderat ilişkisi gibi bir şey değil; coğrafya derken daha toplumsal, daha soyut bir mekânı kastediyorum. Toplumun her bir ferdinin kafasına kazınmış, içselleştirilmiş nesnel varoluş koşullarının tezâhürü olan bir coğrafyadır kastettiğim. Bourdieu’nun habitusu gibi; algılama, hissetme, düşünme ve davranma şemalarımıza kazınmış bir toplumsallık. Doğu’daki bir ile gittiğinizde -gittiyseniz eğer- dikkatinizi çekmiştir. Araba plakaları ağırlıkla 34’tür; onları 06 plakalı arabalar takip eder. 21 (Diyarbakır) plakalı bir arabaya sahip olmak başka bir ile seyahat ettiğinizde kelimenin tam anlamıyla “başa belâ”dır. Hah, işte, Kürt Sorunu biraz da böyle bir şey. “Kürt Sorunu, algılama, hissetme, düşünme ve davranma şemalarımıza kazınmış bir toplumsallıktır.” derken de buna benzer bir şey kastettiğim; bireydeki toplumsallığın, şu ana dokunan, şimdileşmiş tarihi ve öznelleşmiş nesnelliği. Sözün özü, Kürt Sorunu, ne teröre, ne az gelişmişliğe, ne bölücülüğe, ne Kürtlerin sorununa, ne Türklerin sorununa, ne kalkınmaya, ne bölünmeye ne asimilasyona, ne ana dilde eğitime, ne de devletin baskıcı politikalarına veya güncel Suriye krizine indirgenerek tartışılabilir. Söylemeye gerek var mı, fil namıyla mâruf o leviathan ne hortumdur ne koskoca kulaklar; bunların hepsi ama hepsi -saymayı ihmal ettiklerimle beraber- Kürt Sorunu’nun parametrelerini oluştururlar; kendisi değildirler. O yüzden ne Öcalan’ı tecritte tutarak ne de umut hakkıdır deyip salıvererek Kürt Sorunu’nu çözebilirsiniz. Hele hele, düne kadar “Türkiye’deki Alevî-Sünnî çatışmasını, Türk-Kürt ayrışmasını” çözmenin sırrının “…kız alıp kız vermekte yeni bir Türkiye inşa etmekte” olduğunu söyleyen NATO kafa -pardon yanlış yazdım, buradaki nato farklıydı değil mi, ama olsun böylesi de manidardır- nato mermer, hastalıklı ve buram buram mizojinizm kokan kafanın son aylarda şapkasından çıkardığı Kürt Sorunu Tavşanı’nın peşine takılarak, -kasem olsun ki- asla ve kat’a bir sorun çözemezsiniz.

KİLİTLENME’Yİ AŞMAK

Bayram değil seyran değil Öcalan’ı öpme konusundaki gayretkeş teşrik-i mesaisinin yeni anayasa tartışmalarına omuz atacak taptaze bir İstihkâm Taburu teşkil etmekten gayri bir amaca hizmet etmediğini düşündüğüm Enişte Bey’in Kürt Sorunu’na ilişkin Zihni Sinir Proceleri’nin, sorunu çözmek bir yana, onu iyiden iyiye kilitlediğini, çıkmaza soktuğunu düşünüyorum. “Benim oğlum binâ [Allah’ın belâsı fiil sıygalarından bahseden Arapça gramer kitabı] okur, döner döner yine okur.” misali dönüp dolanıp aynı gevişin getirilmesinin; teröre çözümün Öcalan’a umut hakkına indirgenmesinin (“Terör sebep umut hakkı neticedir.”) dünyaca ünlü bir ekonomi uzmanımızın -çatlasın Darel Acemoğlu- “Faiz sebep enflasyon neticedir.” teorisinden ne farkı var? Yakındır, bir de bakmışız, sırf bizi terör/umut hakkı sarmalından kurtarmak için, bir salı günü, panpasınınkinden mülhem bir teoriyle-maazallah- Kürt Korumalı Mevduat Procesi’yle çıkagelmiş Enişte Bey. Yeri gelmişken deyivereyim ne şiddetle, terörle bir yere varılır ne de tecritle; ne insanların ölmesinden politik-medet ummalı ne de bir insanı tecrite mahkum etmeli: Bunların Kürt Sorunu’nun parametreleri olduğunu da akıldan çıkarmamalı. Kürt Sorunu’nun Bahçeli’nin ağzından çıkan umut hakkı ve Öcalan’ın ağzından çıkacak terörü bitirme vaatleriyle çözüleceğini sanmak için toplumcak çıldırmış olmalıyız; belki topyekun çıldırdık, belki de bu bir toplumsal amnezidir.

Umut hakkı gibi hukukî* bir haktan yararlanabiliyorduysa neden şimdiye kadar yararlanamadı Öcalan? Yok, eğer, böyle bir hakkı kullanma şartlarını taşımıyorsa nereden çıktı şimdi bu Hacettepe amblemi? Öcalan, bugün Bahçeli istedi diye mi aslında sahip olmadığı bir haktan yararlandırılacak; yoksa Bahçeli düne kadar istemediği için mi yıllardır sahip olduğu bu haktan yararlanamadı? Yoksa Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi kararına rağmen hâlâ salıverilmemesi örneğinde olduğu gibi bu konuda da “Yemişim hukukunu, sana bir şey olmasın!” kuralı mı işleyecek? Ya bugün Öcalan’ın umut hakkından yararlanacağını söyleyen Bahçeli yarın yüz geri edip “Küstüm, oynamıyorum!” derse? Ya yarın şu kerameti kendinden menkul, şu mübarek Devlet Aklı, Öcalan’ın idam edilmesini vahiy ederse Kısıl Han’ın kulaklarına? Bahçeli’nin iki dudağı arasındaki hak -umut hakkı- bir hak mıdır bir lütuf mu? Kürt Sorunu’nu lütufla, inayetle mi çözmeyi planlıyorsunuz? Sahi, topluma böyle mi güven vereceksiniz?

YA SORUNU TOPLUM ÇÖZECEK YA DA TOPLUM ÇÖZÜLECEK

Daha önce de yazmıştım; Çarşamba Pazarı (Solfasol) programında da Deniz’le (Nazlım) bu konuda epey hasbıhal ettik: Kürt Sorunu’nun çözümü için önce ifade özgürlüğünün önündeki yasal engeller kaldırılmalı (yazdığım bu yazı için yarın dava edilmeyeceğimin garantisi var mı?) ve topluma güven verilmeli; tüm unsurlarıyla toplum, konuşmalı; konuşabilmeli, konuşmaktan ve kendi fikirleri etrafında örgütlenmekten korkmamalı. “Hukuk” devletin “söz”üdür; artık Bay Devlet susmalı, devlet sözünü söylemeli; topluma güven vermeli. Düşünce özgürlüğü yoksa, örgütlenme özgürlüğü yoksa, bu özgürlükleri garanti altına alacak bir hukukî iklim yoksa, özetle demokrasi yoksa Kürt Sorunu’nu çözmek için yola revan olduklarını söyleyen kâğıttan kahramanlar ya yalan söylüyorlardır ya da bizi kandırıyorlardır; kim bilir belki de geriatrik problemleri vardır.

Kürt Sorunu, ne Kandil’den, ne İmralı Adası’ndan ne de Edirne’den çözülebilir; elbette ne de grup toplantılarında konuşan/konuşacak kağıttan kahramanlarla. İlla bir adres bir de özne mi arıyoruz; adres Anadolu, özne bu coğrafyada yaşayan insanlar, halk, bu toplumdur. Bu coğrafyada yaşayan halka güvenmiyorsanız bırakın, boşverin Kürt Sorunu'nu; unutun gitsin.

İlk önce Kürt Sorunu’nun ilk ve tek öznesinin bizzat halkın, toplumun kendisi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Toplum, soyut ve heterojen bir bütün. Toplumun, halkın özne olduğunu kabul etmek onun heterojen olduğu, farklılıkların meşru olduğu önkabulünü gerektirir. Farklılıkların ötekileştirildiği, düşmanlaştırıldığı bir iklimde toplumun özneliğinden de bahsedilemez. Çoğulluğun çoğunluğa kurban edildiği bir toplumsal zeminde sadece halk adına konuştuğunu zanneden çakma diktatörlerin sesi çıkar; onların borusu öter.

Kürt Sorunu’nun çözümünde özne, fail, toplumun kendisi olacaksa bunu sırtını çoğulluğun meşruiyetine dayayarak gerçekleştirecektir. Çoğulluk meşru değilse, çoğunluk buyuracaktır. Ya çoğulluğun zenginliğine dayanacağız ya da çoğunluğun adına konuşanların densizliğine katlanmaya devam edeceğiz.

Bir kez daha yazmak istiyorum: “Hukuk toplumun işletim sistemidir. Toplumsal kurumlarsa bu işletim sistemi içinde, bu işletim sistemi ile çalışırlar; bireyler hem toplumsal kurumları şekillendirirler hem de onlar tarafından şekillenirler. Her bir toplumsal kurum da havada tek başına asılı durmaz; diğer toplumsal kurumlarla karşılıklı ilişkileri bağlamında şekillenir, bu ilişkiler ağı içinde tanımlanır. İşte hukuk, tam da bu noktada, bireyler-toplumsal kurumlar arasındaki çift yönlü ve girift ilişkinin işletim sistemi gibi çalışır. Çoğullukları garanti altına alan bir hukuk yoksa, çoğullukların ifade ve örgütlenme özgürlüğü yoksa, farklılıkların meşruiyetinden konuşmak da anlamsızdır. Farklılıkların meşru olmadığı yerde halkın özneliği içi boş bir temenniden, bir fantaziden fazlası değildir. Halkın özne olmadığı yerde de bir toplumsal sorun çözülemez.

Keyifli günler…

* Ömür boyu hapis cezasına mahkûm olan kişilerin, insanlık onurlarını korumak adına gelecekte bir gün serbest bırakılma ihtimalleri olmasına dayanıyor Umut Hakkı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında yer buluyor bu hak; mahkumların işledikleri suçlar ne kadar ağır olursa olsun, insan olma vasıflarından kaynaklanan umutlarını kaybetmemelerini amaçlıyor. Umut Hakkı’nın temelinde, bireyin insan olma değerini koruma ve gelecekte hatalarını telafi etme olasılığına sahip olma düşüncesi bulunuyor -Doğruluk Payı’ndan

Tüm yazılarını göster