Türkiye’de siyasi iktidar terör kavramının kapsamını ihtiyaçlarına göre sürekli olarak değiştiriyor. Değişiklikler hem hukuki hem siyasi açıdan önemli sonuçlar doğuruyor. Bir yandan, terörle ilgili olduğu düşünülen fiillerin kapsamı genişletiliyor. Olası terörist eylemlerin listesi banka hesabı açtırmak, gazete abonesi olmak gibi örgütlü faaliyetlere katılmaktan, silahlı eylem veya askeri darbe girişiminde bulunmaya kadar uzanabiliyor. Diğer yandan, sadece silahlı şiddet eylemleri değil, bu şiddet eylemleriyle ilgili olduğu düşünülen entelektüel faaliyetler, hatta bilimsel araştırmalar bile yeri geldiğinde terör kapsamında değerlendirilebiliyor. Bu açıdan bakınca terörist, itaat etmeyen veya muhalif olan her faniyi itibarsızlaştırmak amacıyla kullanılan polemik bir aparat olma işlevini görüyor. Günümüz siyasi atmosferi içinde iktidarın koltuk değneği olmaktan daha fazlasını ifa edemeyecek içeriksiz bir kavram halini alıyor. Bu içeriksizliğin ise Türkiye’nin dış politikasını açmaza sokmak ve içeride demokrasi ve insan hakları alanındaki kazanımları geriletmek dışında bir sonucu yok.
Siyasi kavramlara bir içerik kazandırmanın ve siyasetin önünü açmanın yolu, kavramların nasıl sorunlaştırıldığını görmekten geçiyor. Terör, güncel bir mesele olarak açığa çıkardığı şiddet potansiyeli üzerinden sorun haline getiriliyor. Eylemlerin şiddetine odaklanıldığındaysa, konu silahlı çatışmanın, hatta savaşın belli biçimleriyle ilgili bir tartışma halini alıyor. Terörizmin eylem ahlakıyla ilgili meseleler ekseninde tartışılmasının esas nedenini de bu oluşturuyor. Oysa gerçekte terörü ayırt eden, ifa edilen eylemin kendisi değil, beraberinde getirdiği duygu, yani yarattığı korkudur. Böyle bakıldığında, terör kavramının duyguların siyasal rejimiyle olan bağını çok daha net görebiliyoruz. Elbette şiddet davranışı ile terör arasında bir bağ olduğu inkâr edilemez. Lakin terörü salt bir siyasal şiddet sorunu olarak ele almanın, devlet ile terör arasındaki bağı görünmez kıldığı da bir gerçek. Terörün gerçek kapsamını görebilmek, siyasal alanı nasıl kat ettiğini anlayabilmek için dikkatimizi şiddet ile korku arasındaki bağa yöneltmemiz büyük bir önem taşıyor.
Meseleyi şu şekilde de ortaya koyabiliriz: Terörizmin özü, duyguların siyasal yönetimiyle ilgili tartışmalarda açığa çıkar. Korkunun şiddetle karşılaştığı yerde, terörden çok daha sık konuşulur. Bu karşılaşmada söz konusu olan şey bir tarafın diğerini araçsallaştırmasıdır. Çünkü korkunun elinde tuttuğu şiddet, ustanın elinde tuttuğu çekiçten farksızdır. Araç ile amaç ilişkisini, sebep ile sonuç ilişkisiyle karıştırmamak gerekir. Terör üzerine konuşurken, hatadan sakınabilmek için, onu bir araçlar bütünü biçiminde değerlendirmemiz icap eder. Demek ki korku şiddeti, siyaset de korkuyu araçsallaştırmaktadır. Terörü, bir amacı gerçekleştirmek için şiddet yoluyla korku salmak biçiminde görmemizin nedenini bu çifte araçsallaştırmada buluyoruz. Böylelikle meselenin, nasıl duygular ile siyasal yönetim arasındaki ilişkinin bir unsuru haline geldiğini görmüş oluyoruz. Dolayısıyla sorularımız da yanıtını duyguların siyasal yönetimiyle ilgili genel tartışma içinde bulabilecektir.
Duygu siyaseti derken, kolektif duyguların üretilmesi, yayılması ve kullanılmasıyla ilgili uygulamalar bütününü kastediyorum. Korku, bu bütün içinde siyasetin en duyarlı olduğu kolektif duyguyu temsil eder. Türkiye’deki devlet faaliyetlerinin korku ile olan bağı, özlü bir şekilde şu aksiyomda dile getirilmiştir: “Dosta güven, düşmana korku salmak.” Burada korku duygusunun dost ile düşman arasındaki dağılımını düzenlemek, devlet faaliyetlerinin esasıymış gibi görünüyor. Ancak burada “güven” duygusunu korkunun yokluğu biçiminde düşünmek doğru olmaz. Korkutmayı iş edinmiş herkes, düşmana tattırdığı korkunun aynısını dostlarına da tattırmadıkça, onlara sonuna kadar güvenemeyeceğini bilir. Neden mi? Bir anlığına cezalandırma yetkisi olmayan bir devletin vatandaşı olduğumuzu hayal edersek, yanıtı hemen buluruz. Böyle bir durumda devletin yönetim kapasitesinin büyük bir süratle aşınacağı muhakkaktır. Bu aşamada “ceza korkusu” ile “dosta güven” arasındaki bağ artık daha net gözükür. Korkuyu yönetemeyen bir devlet toplumu da denetleyemez. Bu yüzden terör, aslında tüm devletlerin gizli silahıdır.
Maksadım asıl teröristin devlet olduğunu söylemek ve böylelikle de terörle ilgili o yararsız polemiğin bir parçası olmak değil. Esasında korkunun siyaset ile olan varoluşsal bağına gönderme yapmak istiyorum. Devletin bu konudaki payının görünür kılınması bu açıdan büyük önem taşıyor. Modern sosyal teori, devleti meşru şiddet tekeliyle tanımlıyor. Böyle bakınca da, terör devlet dışı güçlerin siyasal amaçlarla şiddet kullanmasının adı haline geliyor. Terör ile ilgili psikolojik veya sosyal araştırmalar yapan, kendini bu konuya adamış bilim çevrelerinin ağırlıklı bir kısmı bu ilkeden hareket ediyor. İşin aslı, bu alanlardaki çalışmaların önemli bir kısmını ateşe atmak, bana terör alanında gerçek bir bilimsel hamle yapmanın ilk koşuluymuş gibi görünüyor. Çünkü ortaya konan argümanlar, esas olarak korkunun devlet tarafından kullanımını perdeleyecek bir terör kavramını zihinlere kazıyor. Buradan da herkesin bir başkasını terörist olarak suçladığı o bitimsiz kısır döngünün içine düşülmektedir.
Terörün iktidar ile direniş arasındaki salınımını anlamak için atılması gereken ilk adım, bu kısır döngünün dışına çıkmaktır. Bunun için terör siyasetinin soykütüğü bize yol gösterici olacaktır. Tarihsel açıdan terör kavramının etkili bir kullanımına ilk olarak Fransız Devrimi’nde rastlıyoruz. Devrim tarihine “Terör Dönemi” olarak geçen dönemde devlet eliyle insan öldürmek, bir bardak su içmek veya bir baş lahanayı ikiye bölmek kadar sıradan bir işti. Devrim mahkemelerinde yargılanan suçların tümü için tek bir ceza istendiği söylenir: idam. Cezalar o döneme kadar benzeri görülmemiş bir yöntem sayesinde süratle infaz edilebiliyordu. Bu iş için özel olarak icat edilmiş olan giyotin, idamların kitlesel ve teknik bir karakter kazanmasına yol açmıştı. Aleni olarak gerçekleştirilen infazların yarattığı dehşet ya da dilerseniz terör aracılığıyla Fransızların ruhlarının sağaltılacağına inanılıyordu. Korku, vatandaşlık erdemlerine yer açılması için insanları zaaflarından arındıracak, bu sayede halk yeniden yaratılacaktı.
Görüldüğü üzere terör, ilk başta insan doğasını devlet eliyle değiştirmenin bir aracı olarak benimsenmişti. Açık alanlarda, bizzat devlet tarafından uygulanan öldürme eyleminin kolektif duygu rejiminde yarattığı etkiye verilen isimdi. Daha sonraları duyguların siyasal yönetimdeki bu olanaktan, hem devlet erkanı hem devlet karşıtları yararlanmak istemiştir. Örneğin 1848 ihtilallerindeki devrimciler veya Rus anarşistleri terörü bir yöntem olarak benimsediklerini açıkça ilan etmişlerdi. Amaç ise halk düşmanlarını terörize ederek yönetimin yarattığı korkuyu dengelemek gibi gözüküyordu. Daha sonra 20’nci yy.’de faşizm ve Stalinizm uygulamaları terörün devlet kanadına yeniden meyletmesiyle sonuçlandı.
Odağında devletin olduğu, korkunun halk ile egemenler arasında bölüştürülmesiyle ilgili olan bu salınım 60’lı yıllarda önemli bir dönüşüme uğradı. Bu yıllarda dünyada ulusal kurtuluş hareketlerinin sömürgeci güçlere korku salarak siyasi bağımsızlık kazanma yönünde bazı eylemelere giriştiğini görüyoruz. Gerilla savaşlarını desteklemek için terörün metropol ülkelerde uygulanmaya başlanmasıyla, mesele belli bir ulus devlet sınırları içerisindeki bir sorun olmaktan çıkarak uluslararası bir karakter kazandı. Öte yandan dönemin radikal gençlik hareketleri, sömürüye ve baskıya karşı devrimci şiddeti bir araç olarak kullanmaya başladılar. Bu süreçte gerçekleştirilen banka soygunları, uçak kaçırma, sabotajlar, suikast ve bombalama gibi bir dizi şiddet eyleminin yarattığı duygusal etki dönemin medyası tarafından terörizm ile eş tutuldu. İşte günümüzün popüler terör karşıtı ideolojisinin temel harcını da bu anlam çerçevesi oluşturdu.
Türkiye siyasetinde terör söylemi, doğrudan terör kavramına başvurmadan ilk olarak bu dönemde devreye sokuldu. Özellikle 19’uncu yüzyıl anarşistlerinin şiddet eylemlerinin ortak hafızada bıraktığı izlerden ötürü, Türkiye’deki egemen gruplar bu eylemleri “anarşi”, eylemcileri de “anarşist” biçiminde adlandırdılar. Daha sonra 1980’lerde bu kavramın yerine devlet dilinde de “terör” ve “terörizm” kavramları ikame edilmeye başlandı. Türkiye’de terör ve terör karşıtı söylem, kolektif duyguların yönetimi alanında bu kavrayışın yarattığı sıkıntıların etkilerini halen taşımaktadır. Bu yüzden, kadın hareketinden çevre hareketine, insan hakları eylemcilerinden vicdani retçilere kadar geniş bir protestocu grubu, toplumun egemen kesimlerinin terörist olarak değerlendirdiği hareketlerle bağlantılı veya “iltisaklı” kabul edilmektedir.
Şimdilerde terör meselesinin dünya çapında yeni bir ivme kazandığına şahit oluyoruz. Terörist artık uluslararası alanda, genellikle Müslüman kimliğine sahip bir Arap figürüyle temsil ediliyor. Bu temsilin arkasındaysa “medeniyetler çatışması” adı verilen yaklaşım bulunuyor. Bu yaklaşım, Batı dünyasının güncel terörizm deneyimini, İslam’ın cihat akidesinin bir sonucu olarak gösteriyor. Özü gereği yayılmacı ve şiddete eğilimli olduğu düşünülen İslam kültürünün terörü zorunlu olarak ürettiği ileri sürülüyor. Türkiye’nin iç ve dış siyasetinin tıkanmasının temel nedenini, mevcut iktidarın bu dönüşüme ayak uydurma konusundaki isteksizliği oluşturuyor. İç siyasette idamın geri getirilmesi tartışması, devlet terörünün en önemli simgesinin bir ifadesi olarak görülebilir. Dış siyasetteyse, bir yandan İslam ve terörün asla yan yana gelemiyeceği iddia edilirken, diğer yandan dünyanın artık çoktan terk ettiği 60’lardaki terör anlayışı yeniden hâkim kılınmak isteniyor. İnsan hakları ve demokrasi alanında yaşanan gerilemeler kadar, Fırat Kalkanı ile başlayıp Zeytin Dalı Harekatı ile yürürlüğe konan yeni güvenlik konseptini bu açmazların bir ürünü olarak görmek gerekiyor.