Bir süredir Ankara’da gizli bir işkence merkezi olduğu yönünde iddialar dolaşıyor. İnsan hakları örgütlerine ulaşan bilgilerden ve tanıklıklardan çıkan sonuç, bu merkezin bir süreden beridir faaliyete olduğunu gösteriyor. Ulusal ve uluslararası düzlemde gerçekleştirilen operasyonlarla kaçırılan kişilerin, bu merkezde bir süre “sorgulandıktan” sonra polise teslim edildiği söyleniyor. Şimdilik operasyonların hedefinde devlet düşmanı olarak tanımlanan ve terörist olarak görülen grupların mensupları var. Bu teröristlere atfedilen aşırılık, işkencenin siyaset ve hukukun bağrında açtığı boşluğu doldurmak için kullanılıyor. Doğrusu yeni rejimin terör ve terörist kavrayışı bir hayli geniş. Geleneksel olarak terörle ilişkilendirilen devrimci grupların yanısıra, Fethullahçılar gibi dini cemaatler de bir süredir terör tanımı içine sokuldu. Yeri geliyor imzacı akademisyenler, yeri geliyor haldeki manavlar veya döviz bürolarındaki spekülatörler terörist olmakla suçlanabiliyor. Devlet sadece terör üzerine konuşmuyor, terör üzerinden yeni bir siyasi dil kuruyor. Hukukun dışına çıkaracağı, siyasi ve idari karar yoluyla icabına bakacağı şahısları ve grupları bu dilin sınırları içinde tanımlıyor.
Bu tanımlamalar çerçevesinde uygulanan siyaset, sadece terör kavramına içkin olan aşırılık veya dilerseniz fazlalık anlaşıldığında tam olarak kavranabilir. Terörün bir aşırılık biçimi olması, adet olduğu üzere onun şiddetle olan bağından hareketle açıklanır. Halbuki meselenin şiddetle ilgili olan kısmı, bu açıklamanın tam aksi yönündedir. Terör, çoğu zaman, yapabileceğine kıyasla çok daha ılımlı bir şiddet eğilimiyle karşımıza çıkar. Teröre bol gelen ve onda fazla olan yan şiddet değil, anlamdır. Hızla uyarlanabilir ve genellenebilir bir kavram olarak terörün taşıdığı güç, esas olarak bu anlam bolluğundan ileri gelir. Devlet açısından beka sebebi olarak görülen meselelerin sayısı arttıkça, siyasi bir kavram ve dil olarak terörün ağırlığı da artıyor. Artış eğilimi kadar yaygın ve küresel bir olgu ki yirmi birinci yüzyılın bayrak direğinde “terörle savaş” bayrağı dalgalanıyor dense yeridir. Şimdilerde teröre referans vermeden dişe dokunur bir siyasi tartışma yürütmek neredeyse imkânsız.
Bu tartışmaların genel gidişine baktığımızdaysa, şimdilerde devlet politikalarını belirleyen mantığın köklü bir dönüşümden geçtiğini görüyoruz. Söz konusu dönüşümü anlamadan günümüzün siyasal sorunlarını tam olarak kavramamız da mümkün olmayacaktır. Siyasetin yeni mantığına göre artık siyasi tercih yapmak meselesi, iyi ile kötü arasında değil, kötü ile daha kötü arasında seçim yapma meselesi haline gelmiş durumda. Terörle mücadeleyle ilgili olduğu söylenen mecburiyetler, böylesi bir ehvenişer mantığının siyasette doludizgin saltanat sürmesine yol açıyor. Güvenlik, özgürlük, eşitlik gibi soyut ve plastik kavramlar, bu mecburiyetlerin açığa çıkardığı sorularda bir somutluk ve biçim kazanıyor: Hukuk düzeninin çizdiği sınırlar güvenlik ihtiyacına yanıt verebiliyor mu? Dokunulmaz kabul edilen insan hakları, anayasanın sağladığı özgürlükler terörle mücadeleyi zaafa uğratan bir bal tuzağı mı? Türkiye’de iktidar bu soruların yanıtını şu şekilde verdi: Gelsin OHAL ilanı, gelsin hukuksuzluklar, gelsin ekonomik kriz ve tabii gelsin seçim iptali.
Aldığımız yanıtların siyasal ve toplumsal etkileri bizlere açık gözükse de, gerekçeyi oluşturan terörün öyle açık bir kavram olduğunu söyleyemeyiz. Dahası, kavramı bir açıdan anlaşılır kılan her girişim başka bir açıdan problemli hale getiriyor. Gündelik dilde terör derken çoğunlukla devrimci şiddet veya “silahlı propaganda” kastedilir. Ancak Mandela veya Arafat gibi figürleri, ANC veya FKÖ gibi örgütleri düşündüğümüzde bu ölçütün yetersizliği hemen karşımıza çıkar. Bu durumda asıl ayrım sanki şiddetin hiçbir kuralla bağlı olmadan uygulanmasında, örneğin alakasız veya masum insanların hedef alınmasında yatıyormuş gibi gözükebilir. Fakat bu sefer de “sivil zayiat” ile sonuçlanan askeri operasyonlar terör sayılmazken, örneğin bir askeri birliği veya karakolu hedef alan eylemlerin neden terör sayıldığı sorunuyla karşılaşırız. Bu meseleye terörü devlet dışı güçlerin eylemleriyle sınırlandırarak çözüm bulabileceğimizi düşünmekse sadece kendimizi teselli etmek olur. Çünkü terör kavramının tarihsel kaynakları ve gelişimi devletin dışını değil, münhasıran devleti işaret eder. Fransa’da Terör Dönemi, Nazizmin veya Stalinizmin uygulamaları, Peron veya Pinochet gibi otoriter liderlerin şiddeti bu gerçeğin bir kanıtı olarak karşımıza çıkar.
Görüldüğü kadarıyla herkes en azından bir dönem için başkalarına terör gibi gözüken bir olayı sahiplenmiş veya en azından ona karşı çıkmamıştır. Bu durum terör üzerine düşünen araştırmacıları çaresizlik içinde şu gerçeği kabul etmek zorunda bırakmıştır: “Birisi için terörist olan, diğeri için özgürlük savaşçısıdır.” Sınırlandırmada ve tanımlamada yaşanan güçlükler, nihayetinde kavramın göreli olduğunu kabul etmeye ve bunun ötesinde bir şey söylenemeyeceğini düşünmeye götürmüştür. Oysa ahlaki görelilik önermekten ve günün sonunda her şeyin eşit derecede kötü veya iyi olduğunu söylemekten daha fazlasını yapmamız gerekir. “Terörist”, taşıdığı özelliklere göre şu veya bu insanı tasvir etmek için geliştirilmiş bir kavram değildir; insanları adlandırmaktan çok suçlamayı amaçlar. Bir davranışı terör eylemi olarak adlandırdığınızda, sadece onu betimlemiş olmazsınız, onu mahkum da etmiş olursunuz. Meselenin bu yönü kavramın bağlayıcı bir tanımı üzerinde uzlaşılamamasının asıl nedenini oluşturur. Terör sözcüğü anlamını dil içindeki kullanım süreçlerinde kazanır ve neyin terör olup olmadığını belirlemek bizatihi bir siyasi mücadele meselesi olarak karşımıza çıkar.
Günün birinde bir kişi terörün kesin anlamını hasbelkader bulacak olsa, büyük ihtimalle Karamazov Kardeşler’de olduğu gibi, Büyük Engizisyoncu’nun karşısına çıkarılacaktır. Esasında mesihe duyulan inançta belirleyici olan yan mesihin beklenmesidir, gelmesi değil. Bu durumda yeryüzüne tekrar gelen mesih, dine karşı en büyük suçu işlemiş sayılır ve bir “zındık” olarak yargılanmayı hak eder. Tıpkı bunun gibi, terörün anlamını tüm tartışmalara son verecek şekilde keşfeden kişi de en büyük “terörist” kabul edilecektir. Çünkü kavramı devlet için değerli kılan tarafı, yani hızla uyarlanmaya ve genellenmeye açık olan potansiyeli ortadan kaldırmış olacaktır. Buradan da anlaşılıyor ki “terörle mücadele” esasında varolan, yaşanan deneyimden çok muhtemel olana, potansiyel deneyime odaklanmıştır. Terörle mücadele dilinin ağırlık merkezini aktif olan hücrelerden değil “uyuyan hücreler”, patlayan bombalar değil “patlayacak bombalar” oluşturur. Böylelikle yaşadığımız hayat, sahip olduğumuz haklar ve özgürlükler alanı, kısacası gerçeklik dünyası ihtimal dahilinde olanlara, yani potansiyel olana göre düzenlenir.
Terör kavramındaki fazlalık ile işkencenin dayandığı boşluğun buluştuğu noktayı burada görüyoruz. Günümüzün işkence pratiklerinin ardındaki saik, söz konusu potansiyel tehditlerin bilgisine ulaşmak, kurulu düzeni ve yaşamın olağan akışını savunmak şeklinde ortaya konuyor. Güya sorguda sorulan soru, ardından gelecek olan ezanın gerekçesidir ve işkence, bir eksikliğin, yani bilgi yoksunluğunun dışavurumudur. Bizden beklenen şey dokunulmaz olana, yani insan bedeninin bütünlüğüne ve mahremiyetine dokunulmasını; ihlal edilemez olanın, yani insan hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesine bu eksikliğin giderilmesi adına kayıtsız kalmamızdır: Patlaması muhtemel bomba düzeneklerinin belirlenmesi adına, muhtemel darbe girişimlerinin engellenmesi adına… Yani var olmayan, henüz gerçeklik taşımayan bir kötülüğü engellemek için, şimdi ve burada olan bir insana fiili ve gerçek bir kötülük yapmayı mazur görmemiz talep edilmektedir. Bu “potansiyel siyaset” anlayışı ve vurgusunun anlaşılması, terör ve işkence arasındaki bağın görülebilmesi açısından büyük bir önem taşır.
Düzenin terörist dediği kişi, her türlü haktan yoksun kılınmış ve bu yüzden de işkence yapılabilir olan kişidir. Terör, her durumda, işkenceden daha büyük bir kötülük olarak görüldüğü ve tanımlandığı için, terörist yürürlükteki ehvenişer mantığına uygun olarak işkence yapılabilirlik sınırları içerisine alınır. Aslında potansiyel olanı gerçek olanla kıyaslayarak belirlenen her gereklilik, ehvenişer olarak görülen kötülükleri gerekçelendiren bir yalancı zorunluluktan ibarettir. Bu yüzden “terörle savaş” bayrağı altında yürütülen siyasette, toplumun ortak hayatında bir zenginleşme veya bireylerin güvenlik ve özgürlüğünde bir artış söz konusu olamaz. Başarılan tek iş, iktidarın ortak güvenlik konusundaki yetersizliğinin veya özgürlüklerin korunması konusundaki güçsüzlüğünün üstünü işkence gören bedenler üzerinden örtmektir. İşkencede uygulanan gücün aşırılığı ve yaşanan acının kesinliği, iktidarın yetersizliğini ve düzenin istikrarsızlığının üzerini örtmektedir. Çünkü gerçekten muktedir olan kişi çıplak kuvveti ima eder, uygulamaz. Bu yüzden, işkence toplum güvenliğinin değil, iktidarın güçsüzlüğünün ve düzenin çatırdağının işaretidir.