Tersine bir kölelik hikâyesi: Baraka

Antropolog Zora Neale Hurston’ın Amerika’da kölelik kalkmadan önce son “köle kargosuyla” gelen Cudjo Lewis ile yaptığı röportajları içeren ‘Baraka’ antropolojik bir çalışma...

Abone ol

Antropolog Zora Neale Hurston’ın Amerika’da kölelik kalkmadan önce son “köle kargosuyla” gelen Cudjo Lewis ile 1927-28 yıllarında yaptığı röportajları içeren ‘Baraka’ İthaki Arşiv serisinden Özge Onan çevirisiyle yayımlandı. Kitap, antropolojik bir çalışma olmanın da ötesinde Lewis’ın biyografisi özelinde kölelik tarihinin bilinmeyen boyutlarını aydınlatmakta. 

1891 doğumlu antropolog Zora Neale Hurston, Journal of Negro History dergisinden Doktor Carter G. Woodson’ın kullanacağı bir makale yazmak için o dönem Amerika’da “antropolojinin babası” olarak bahsedilen Doktor Franz Boas’ın yönlendirmesiyle Alabama’ya, Mobile’ın bir banliyösü olan Plateau’ya gider. Böylelikle asıl adı Oluale Kossola olan Cudjo Lewis ile tanışır. 1841 doğumlu bu yaşlı adamın, 1859 yılındaki son “köle kargosuyla” Orta Geçit’i aşan ve sağ kalan tek kişi olduğu düşünülmektedir. Cudjo ile röportajlar yapan Hurston, onun hikâyesi sayesinde kölelik tarihinin farklı boyutlarını da anlatacaktır.

İlkin kölelik tarihine dair bilgiler kaptan günceleri, mektuplar, satış belgeleri gibi kaynaklarda mevcuttur. Yazarın ifadesiyle bunlar satılana değil satıcıya ait sözlerdir. Dolayısıyla, hafızasıyla yazarı şaşırtan yaşlı adamın tanıklığı yıllarca kölelik yapmış bir siyahinin gözünden kölelik olgusuna bakmamızı sağlar. Bununla birlikte, genel anlamda beyazların siyahları köleleştirdiği, onları zorla alıp sattığı düşünülmektedir. Oysa durum tam tersidir: Afrika’da mütemadiyen kabile savaşları söz konusudur ve galip gelen kabile, yendiği kabilenin genç erkeklerini ve kadınlarını satar. Nitekim, Hurston bu yeni olguyu ‘Dust Tracks’ kitabında şöyle açıklar:

“Cudjo Lewis’le yaptığım, üç ay süren bu görüşmelerde beni en çok etkileyen şeylerden biri şuydu: Amerika’daki beyaz halk benim halkımı köleleştirdi. Evet, bizi satın aldılar ve sömürdüler. Ama görmezden gelemeyeceğim, boğazıma takılıp kalan gerçek şu ki, beni, benim halkım sattı ve beyaz insanlar satın aldı. Bu, çocukluğumdan beri dinleyerek büyüdüğüm tarih anlatısını, yani beyaz insanların Afrika’ya gidip kırmızı bir mendil sallayarak Afrikalıları kandırdıktan sonra onları bir gemiye doldurup buraya getirdiği hikâyesini yerle bir ediyordu.” (s.133)

Baraka, Zora Neale Hurston Çev: Özge Onan
 İthaki Yayınları, 168 sayfa, 2022

MAHKÛM KİRALAMA SİSTEMİ

Bu köle kaçakçılığının rotasının orta kısmına da Orta Geçit denmektedir. Köleler haftalarca hareketsizlik, yemeksizlik ve susuzluktan bitap halde satılacakları kıtaya varmak için bu yolu kat ederler. Bu zorlu ve zorunlu yolculukta biraz yiyecek ve biraz suyla hayatta kalırlar ve insan boyunun çok altındaki gizli kısımlarda çıplak tutulurlar. Hareketsizlikten kımıldayamayacak hale geldikleri zaman ise güvertede biraz yürütülüp tekrar tutuldukları gizli kısma kapatılırlar. Amerika’ya vardıklarında ise satılır, pek çoğunu erken yaşta ölüme götürecek insanlık dışı çalışma şartlarına tabii tutulurlar. 1859 yılında 70 günlük gemi yolculuğunun ardından Amerika’ya gelen Lewis da 5 sene 6 ay boyunca kölelik yapmış ve İç Savaş sonrasında özgürlüğüne kavuşmuştur. Ancak özgür kalan bunca Afrikalı yıllarca çiftlikten gayrısını görmedikleri beyazların ülkesinde ne yapacaktır? İlkin vatanlarına dönmek için para biriktirmeye çalışırlar, bunu ömürleri boyunca çalışsalar da ödeyemeyeceklerini anlayınca çiftlik sahiplerinden azar azar toprak alarak Africatown’ı kurarlar. Zamanla burası gelişecek, kendilerine ait okulları ve kiliseleri de olacaktır. Ancak buranın ilk kurucuları ve onların çocukları özgürlüklerine kavuşsalar dahi zulme maruz kalırlar. Bunun en sarsıcı somut kanıtı da köleliğin “mahkûm kiralama” sistemine dönüşmesidir. Kısaca, bir suç işleyerek veya haksız yere tutuklanarak hapse düşen bir siyah bu sistem zoruyla köleden farksız şekilde çalıştırılmaktadır.

Bu zulmün, toplumsal boyutları da yadsınamaz: Amerikalı siyahlar da beyazlar da Afrika’dan getirilmiş olanlara vahşi muamelesi yapmaktadırlar. Yasal haklarını nasıl kullanacaklarını bilmezler. Öyle ki Lewis’a tren çarpmış ve sol bacağını kullanamaz, yani asla çalışamaz hale gelmiştir. Amerikalı bir avukat şirkete dava açıp davayı kazanır ama Lewis tazminatını asla alamaz. Çalışamaz halde olduğu için onu kilisenin zangocu yaparlar. Bir oğlunu da şerif yardımcısının kurduğu pusuda kaybeder. Çocukları, her gün ırkçılığa maruz kaldıkları için kavgaya karışmaktadırlar. Üstüne, bir oğlunu da tren kazasında kaybeder. Siyahların geçtiğini gören kondüktörler yaya geçişinde düdük çalmaz, frene basmaz, kısaca bir siyahın hayatını kurtarmak için hiçbir uyarıcı işarette bulunmazlar. Bir çocuğunun gölde ölümü ise intihar diye hasıraltı edilmiş olsa da kuvvetle muhtemel bir faili meçhuldür. Zaman içerisinde bütün çocuklarını, ardından karısını kaybeden yaşlı adam yapayalnız kalır. İşte bu adamın hikâyesi beyazların ifadesiyle son “köle kargosundan” hayatta kalan tek adam sayesinde tarihe düşülen notlardır.

Öte yandan kitabın hikâyesi de dikkat çekici olup buna dair ayrıntılı bilgi kitabın Deborah G. Plant tarafından yazılan son sözünde mevcuttur. İlkin Hurston konu hakkında Journal of Negro History dergisinde bir makale yayımlamıştır. Bu, aynı zamanda onun ilk makalesidir. On yıllar sonra bu makalenin çoğunun Emma Roche’nin ‘Historic Sketches of the South’(1914) kitabından intihal olduğunu fark eder modern tarihçiler. Bunun sebebi Hurston’ın çektiği maddi zorluklar, sponsorlarının makaleyi yazması için üzerinde kurdukları baskı, ona yükledikleri angarya işler yahut kendisi de Afrikalı olan antropoloğun iç çatışmaları olabilir.  Ancak, Cudjo Lewis’ın hayatını anlattığı ‘Baraka’ isimli kitabını tamamladığında ise intihalden kaçınmaya çalışmış, makalede adını sakladığı yazarları bu metinde belirtmiştir.


BİLİNDİK KÖLELİK ANLATILARINDAN FARKLI

Kitaba bu ismi vermesinin sebebi Amerika’daki siyah kölelerin kaldığı derme çatma yapılara “barracoon” denmesidir. Aslen baraka ve kulübe anlamlarına gelen bu sözcük köle evi/köle kulübesi manasında kullanılmaktadır. 1931 yılında tamamlanan kitabı hiçbir yayınevi yayımlamak istememiştir. Bunun birincil nedeni Hurston’ın Lewis’ın ağız özelliklerini olduğu gibi yansıtmasıdır. Nitekim kitabı Türkçeye kazandıran Özge Onan da röportajları antropoloğun bu hassasiyetine dikkat ederek çevirmiştir. İlginçtir ki bu kitap ilk defa 2018 yılında yayımlanmıştır. Kitabın başka bir özelliği de Hurston’ın bazen hayal gücünden faydalanarak kitabı kısmen de olsa bir sanatçı gözüyle ele almasıdır. Zira, Boas’ın kültürel görelilik teorisini, yani hiçbir kültürün bir diğerinden üstün olmadığını kabul eden antropolog beyaz emperyalizm hegemonyasına Lewis’ın hayatını “kelimesi kelimesine” aktararak karşı çıkmanın ne derece verimli olacağını irdelemiştir. Bu metot beyaz akademisyenlerin metodudur çünkü.

Öte yandan ‘Baraka’ bilindik kölelik anlatılarından ayrılır. Klasik anlatılarda rastlanılan özgürlük arzusu, firar planları yahut kendi kendini satın alma girişimleri gibi temalar bu metinde yoktur. Amerikan Rüyası değil Afrika Rüyası söz konusudur. Gelecek beklentisi üstün bir başarı elde etmek yerine bir gün kendi insanlarının yanına dönebilmektir. Plant’in ifadesiyle tersine anlatılmış bir kölelik hikâyesidir. Hıristiyanlığa geçiş süreci de klasik anlatılardan farklıdır, Lewis ve diğerleri gelenek ve göreneklerini koruyarak din değiştirmiştir. Meraklı okur için metnin sonunda iyi bir hikâye anlatıcısı olan Lewis’ın aktardığı hikâyeler, onun antropolog tarafından çekilen bir fotoğrafı, Africatown’un kurucuları, küçük bir terimler sözlüğü ve kaynakça mevcuttur. Bu özelliklerinden hareketle kitaba dair en doğru değerlendirme için yine Plant’in sözlerine başvurmakta fayda var:
“Hurston siyah halka ait dehayı toplamak, korumak ve yüceltmek için giriştiği bu projede bir yandan en büyük düşü olan tüm dünyaya ‘Afrika’daki en büyük kültürel zenginliği tanıtma’ amacına ulaşırken aynı anda sosyal Darwinizme, bilimsel ırkçılığa ve Amerika’nın öjeni adını verdiği sözde bilimine karşı çıkıyordu. Büyük Irk Teorisi’nin merkezinde yer alan biyolojik determinizmin doktrinini çürütüyordu. Hurston’ın gözler önüne serdiği bu hikâye, kültürel değersizlik ve beyazların üstünlüğü gibi söylemler karşısında bir tartışma başlatıyor, Avrupa’nın kültürel hegemonyasına karşı çıkıyor ve aynı zamanda, beyazların üstünlüğü iddiasını sorgulatıyordu.” (s.144)