Bazı tesadüfler, uzak bile görünseler, şaşırtıcı biçimde
birbirine gönderme yapmakla kalmıyor, aralarındaki güçlü bağıntıyı
görünür kılacak bir eşzamanlılık içinde ortaya çıkıyorlar. Ne
tesadüf değil mi? Marmara Denizinde sümüksü oluşum yayılırken,
devletin derinlerinden sökün edip gelen bir başka müsilajın
kanıtları Sedat Peker videoları aracılığıyla önümüze serilmeye
başladı. Aslında bu ikincisi, müsilaj gibi bir organik felaket
değil. Daha çok iktidar aygıtını elinde tutanların, bu aygıtın
işleyişini belirleyen normatif yapıyı yerle bir edip yerine
bütünüyle kendi çıkarlarını, politik hedeflerini
gerçekleştirebilmelerini sağlayan bir yeni yapıyı mümkün kılabilmek
için kimlerle, nasıl ilişkiler içinde olduklarını, özellikle
illegal yapıların bunlar tarafından elverişli araçlar olarak nasıl
kullanıldığını görünür kılan bir tesadüf. Biz şimdi bu sözde yeni
sistemde oluşan beklenmedik bir çatlaktan dışarı sızanı görüyoruz.
Henüz çok küçük bir bölümünü belli ki. Tıpkı Marmara’daki gibi,
asıl kirlilik, asıl zehir, yüzeyde görünenin altında gizli…
Anlaşılan müsilaj belası da bu yeni sistemin kar/rant odaklı
kirli ilişkilerinin doğrudan bir sonucu. Bu ilişkilerin özneleri
değil mi, yaşam hakkımızı, kent hakkımızı, çevre hakkımızı hiçe
sayarak her yeri beton ağlarla örmekten çekinmeyenler? Marmara
kıyısına, yalnızca İstanbul’a 16 milyona yakın insanı getirip
yığarken, onlara sadece beton, çelik, camdan ibaret bir kent vaat
edenler değil mi? Yeşili binaların arasına serpiştirilmiş üç-beş
metrekarelik boş alanlarda, içinde sadece beş çocuğun
oynayabileceği minyatür çocuk parklarında görebiliyoruz artık.
Gökyüzü uzaklaştı iyice. Evimizin penceresinden yandaki binanın
duvarlarını, küçücük pencerelerin arkasında sıkışmış insanların
sıkıcı hayatlarını görüyoruz sadece. Sokağın grisini, üstüne
gelişigüzel park edilmiş araçların renkleri bozuyor. Ağaç yok,
çiçek yok. Mis kokulu ıhlamur ağaçlarının süslediği sokaklar,
bahçesi ağaç gölgesinde saklı kalmış küçük evler yok artık.
Penceresinden üç metrekare yeşil gören kendini şanslı sayıyor. Hele
de denizi ucundan kıyısından gören evler yalı muamelesine tabi
tutuluyor. Oturduğumuz evlerin banyolarından odalara yayılan lağım
kokusuna alışmış burunlarımız, müsilajdan kaynaklı kokulardan da
rahatsız olmayabilir tabii. Ama artık tehlike çanları çalıyor.
Evlerimiz ne kadar akıllı, çelik konstrüksiyon kafeslerimiz ne
kadar konforlu olursa olsun susuz, havasız yaşamak mümkün değil.
Denizdeki hayatın ölümü, sona yaklaştığımızın kanıtı. Bir an önce
beton projelerinin durdurulması gerekiyor.
Bu kirli sistem, kendi ideolojik kılıfını da hazırlıyor.
Sürekliliğini sağlayacak meşruiyet çerçevesini, otoriterliği
derinleştirerek, dışlama stratejilerini çeşitlendirerek yaratıyor.
Nefret dilini işe koşuyor. Kimlikler üzerinden ittifakları, bu
ittifaklar arasındaki düşmanca karşılaşmaları kışkırtıyor. Şiddeti
olumlayan, besleyen, pekiştiren bir zihniyeti yaygınlaştırıyor.
Yaslandığı, devlet içine yerleşmesine izin verdiği illegal
yapıları, rızayı inşa etmek, sürekli kılmak için ihtiyaç anında
devreye sokmaktan çekinmeyen bir iktidarla karşı karşıyayız. Bu
noktada en elverişli araçlardan biri toplumda HDP düşmanlığını
kışkırtmak… Şiddetin, kışkırtılmış düşmanlıkların politika imkanını
yok ettiği, halkın politik bir özne olarak inşasını olanaksız
kıldığı bir ortamda, Kürtler etrafında örgütlenen ırkçı nefret
fazlasıyla faydalı görünüyor.
HDP İzmir İl Başkanlığı'na düzenlenen planlı saldırı sonucu
Deniz Poyraz’ın katledilmesi, tam da böyle bir ortamda mümkün oldu.
İktidarın her düzeydeki temsilcilerinin her fırsatta HDP’yi terörle
ilişkilendiren konuşmaları, HDP’yi kapatma davası, HDP’li
politikacıların, temelsiz iddianamelerle birbiri ardına açılan ama
bir türlü sonuçlanmayan davalarla tutuklu bırakılmaları sonucu
politik mücadelenin dışına itilmeleri, bizzat iktidardaki ittifakın
temsilcilerinin, milletvekillerinin, bakanlarının sözleriyle
terörist, suçlu ilan edilmeleri, vatandaşlık haklarından yoksun
bırakılmaları HDP’yi saldırıların odağına yerleştiriyor.
Muhalefetin HDP ile yan yana görünme çekingenliğinin iktidarın
kendisini sürekli kılabilmesinden başka hiçbir işe yaramadığı,
üstüne üstlük şiddetin iliklerimize işlemesine neden olduğu açık.
Böylesi saldırıları meşru görenlerin kendilerini gizlemek gereği
bile duymamaları da herhalde bundan. Hem muhalif cepheden, hem de
iktidarın destekçilerinden gelen, aynı nefret söylemine eklemlenip
açıktan veya örtük saldırıyı onaylayan mesajlar kendilerine bir
haklılık zemini bulabiliyorlar bu atmosferde.
Oysa HDP, bu ülkede barışın hakim kılınması, demokratikleşmenin
gerçekleştirilebilmesi için tek şansımız olabilir. Biz halk
olabilmek için, halk olduğumuzu iddia edebilmek için, hak, adalet
ve demokrasi talep edebilmek, bunları elde edebilmek için bu şansa
sımsıkı yapışmalıyız. HDP binasının duvarlarına saplanan o 36
kurşunun tesadüf olmadığı gerçeğinden hareketle halk olmayı
başarmalıyız.
#HADi…