Onu keşfettiğim günlerin üstünden çok zaman geçti. Üstelik yıllar içinde onun yazdıklarından daha iyi romanlar, hikâyeler de okudum. Ama birkaç gündür aramızda olmayan Paul Auster, hep en sevdiğim yazar olarak kaldı. Arada bir bu konuyu düşünmüşümdür: Acaba ben neden en çok onu sevdim? Okumak, yazmak ve karşılaşmak hakkındaki fikirleri yüzünden…
1.
Yabancı yazarlar A-Z… Herkesin bir ölçüsü vardır; benim de var. Bir kitabevinde raflar arasında dolaşırken ilk onun ismine bakarım. O kitabevine ilk defa gitmişsem, orayı onun kitapları yerli yerinde midir diye tartarım. ‘Yazı Odasında Yolculuklar’ var mıdır; ‘New York Üçlemesi’ tamam mıdır, bunlar benim için birer ölçüdür; mekâna not vermek için bir işarettir. Yıllar önce kendim de bir kitabevinde çalışırken, raflardaki eksikleri tamamlamaya da ilk ondan başlardım. ‘Ay Sarayı’ bitmiş, yenisini ısmarlamalı; ‘Şans Müziği’ni şöyle geniş açmalı… Ne yalan söylemeli, daha dikkatle düzenlerdim onun sırasını. Kimsenin görmediği, fark etmediği, hele onun hiç bilmediği bir küçük selam… İstanbul’dan New York’a giden, sessiz sözsüz bir mektup.
Böyle yaparım, böyle yapardım; çünkü Paul Auster, şu hayatta en sevdiğim yazardır. Ama o artık hayatta değil.
Onu keşfettiğim günlerin üstünden çok zaman geçti. Üstelik yıllar içinde onun yazdıklarından daha iyi romanlar, hikâyeler de okudum. Ama birkaç gündür aramızda olmayan Auster, hep en sevdiğim yazar olarak kaldı. Arada bir bu konuyu düşünmüşümdür: Acaba ben neden en çok onu sevdim?
2.
Kendimce bulduğum bir cevap var. Auster benimle, hayatta en sevdiğim, en çok kıymet verdiğim şeyler hakkında konuştu. Okumak, yazmak ve karşılaşmak hakkında…
Bu cevabın bir kısmının ‘Ay Sarayı’nda gizli olduğunu düşünüyorum. Auster’in, insanlığın Ay’a ulaşmasının yirminci yılında, 1989’da yayımladığı bu tatlı kitapta… Bizde 1991’de, Seçkin Selvi’nin ustalıklı çevirisiyle basılan Ay Sarayı, düşsel yolculukların en güzellerindendir. Onu bunca güzel kılansa, bana göre kitapta esasen tesadüflerin başrolde olmasıdır. Edebi dünyada, Auster, tesadüfler ülkesinin kralıdır.
Şu tempolu cümlelerle başlar Ay Sarayı:
“İnsanların Ay’a ilk ayak bastığı yazdı. O zaman daha çok gençtim, yine de bir gelecek olduğuna inanmıyordum. Tehlikeli bir yaşam sürmek, kendimi zorlayabileceğim yere kadar zorlamak, oraya varınca da ne olacağını görmek istiyordum. Ama sonuçta, bunu pek beceremedim. Azar azar param suyunu çekti, ev elden gitti, sokaklarda yaşar oldum. Kitty Wu denilen kız olmasaydı açlıktan ölebilirdim.”
Sonrası bir tesadüfler silsilesidir. Auster, hikâyesini onlarla örer, tempoyu yükseltir yükseltir ve finale ilerler. Tüm bunları okurunu inandırarak yapar. Kitabı elinizden bıraktığınızda tesadüflerin gücüne, yazarın gücüne inandığınız kadar inanırsınız. Kalbiniz hayata açılır. Siz de denemek istersiniz. Anlatmak istersiniz. Çünkü Auster’in ‘Kilitli Oda’daki sözleriyle, “hikâyeler ancak onları anlatmasını bilenlerin başına gelir.”
Jules Verne türü bir maceracılığın izinden göstere göstere giden Ay Sarayı, tesadüfleri bir edebi imkân olarak kullanmada çıtayı arşa ya da Ay’a çıkarmış bir kitaptır. Tesadüfleri sevdiğim için belki, bu kitabı severim. Belki bu kitabı sevdiğim için tesadüfleri severim; bilmiyorum… Ama şunu biliyorum; ‘Ay Sarayı’ sadece tesadüflerden ibaret değildir, onda edebiyat tarihinin en güzel oyunlarından biri de gizlidir.
İsmi Verne’in ‘Seksen Günde Devrialem’inden mülhem, beş parasız kahramanımız Fogg, hayata küstüğü bir anda, dayısından ona kalan tam 1492 kitaplık (bu da başlı başına ilginç) koleksiyonu, fakir dairesinde mobilya niyetine kullanır. Başka eşyası yoktur. Masasını kitapların üzerine kurar. Yatağını da. Hiçbir işi yoktur; hayattan o kadar yılmıştır ki, bir iş yapmak da istemez. Tek yaptığı, kitapları tek tek okumaktır. Onları okudukça götürür sahaflara satar; karşılığında aldığı üç beş kuruşla da karnını doyurur ve okumaya devam eder. Ta ki elinde avucunda tek bir kitap, tek bir hikâye kalmayıncaya dek… Tüm hikâyeler bittiğinde, Ay Sarayı’nın da esas hikâyesi başlar.
3.
Sadece bazı kitapları değil, okuduğunuz bazı sayfaları, kitaplardaki bazı anları unutmazsınız. O sayfaları okuduğunuzdaki halinizi unutmazsınız. Onlar sizi siz yapan anlardan bazılarıdır. Ay Sarayı’nda az önce anlattığım bölüm, benim için öyleydi. Auster’in okumak, yaşamak ve karşılaşmak üzerine yazdığı bu sayfalar bende derin bir iz bıraktı.
Auster’in bendeki bir başka izi de erken otobiyografisi ‘Cebi Delik’ten kaldı. Yazar, Cebi Delik’te gençlik yıllarının başarısızlıklarını samimiyetle anlatır. Bu kısacık kitap, sönmüş hevesler, denemeler, yanılmalar ve başarısızlıklar silsilesidir. Mazhar Alanson, ‘Ana Yalnızlar Garı’nda “Çocuklarım, karım, kâğıt kalem gitarım için / onca çileye dayandım” der ya; Auster da Cebi Delik’i tam o duyguyla kaleme almıştır. Genç bir adamın yazmak, ne olursa olsun yazmaya devam etmek için nelere katlandığını, hangi deliklere düştüğünü, hangi çukurlardan çıkmaya çalıştığını görürüz.
Bu anlatının en hazin anı, Auster’in en büyük yarayı aldığı andır. Yazar, çocukluğunda iskambil kâğıtlarıyla oynanan bir beyzbol oyunu icat etmiştir. Beş parasız kaldığı günlerde, herkesin pek beğendiği bu oyunu pazarlamanın bir yolunu arar ve nihayet soluğu New York’ta bir oyuncak fuarında alır. Dev bir oyuncak firmasının patronunun karşısındadır:
“ (...) Şirket başkanıyla yaptığım görüşme, Amerikan iş dünyasının en kısa görüşmelerinden biri oldu. Adamın oyunumu reddetmesi pek canımı sıkmadı (buna hazırlıklıydım; olumsuz yanıtı bekliyordum); ama herif bunu öylesine insanın kanını donduran, insan onurunu öylesine ayaklar altına alan bir tavırla söyledi ki, düşündükçe bugün bile acı duyuyorum. Yaşça benden fazla büyük olmayan bu şirket yöneticisi, ısmarlama dikilmiş şık kostümü, mavi gözleri, sarı saçları, sert hatlı ifadesiz suratıyla bir Nazi casus grubunun lideri gibi görünüyor ve öyle davranıyordu. Elimi lütfen sıktı, ağzının ucuyla bir merhaba dedi, odada yokmuşum gibi davrandı. Ne hal hatır sorma, ne havadan sudan bir giriş, ne de bir soru. ‘Ne getirdiğini bir görelim’ diye kestirip attı. Hemen çantama davrandım, puro kutusunu çıkardım. Adamın gözleriöfkeden çakmak çakmaktı. Sanki ona köpek pisliği uzatıp koklamasını istemişim gibi bir hali vardı. Kutuyu açtım, iskambilleri çıkardım. Daha o zaman hiçbir umut kalmadığını, adamın ilgisini çoktan kaybettiğini anlamıştım; ama attığım adımı sürdürmek ve oyuna başlamaktan başka çarem yoktu. Kartları karıştırdım, üzerlerindeki üç kademeli bilgilerin nasıl okunması gerektiği konusunda bir şeyler geveledim ve oyunu oynamaya koyuldum. İlk elin ilk yarısında bir iki top atışı yapmamdan sonra, adam ayağa kalkıp elini uzattı. Tek kelime söylemediği için neden elimi sıkmak istediğini anlayamadım. Kartları açarak oyunun nasıl ilerlediğinianlatmaya devam ettim: Hatalı vuruş, isabetli vuruş, falsolu vuruş. Nazi sonunda elimi yakalayıp, ‘Teşekkür ederim,’ dedi. Ben olup biteni hâlâ anlayamamıştım. ‘Oyunun geri kalan bölümünü görmek istemediğinizi mi söylüyorsunuz?’ dedim. ‘Oyunun kurallarını daha tam olarak gösteremedim.’ Adam tekrar, ‘Teşekkür ederim,’ dedi. ‘Artık gidebilirsiniz.’ Başka bir şey söylemeden döndü, beni masanın üzerinde serili duran iskambillerimle baş başa bıraktı. Her şeyi toparlayıp puro kutusuna koymam bir-iki dakikamı aldı ve işte o altmış ya da doksan saniye içinde dibe vurdum; bugün bile ömrümün en aşağı noktası olarak gördüğüm çukura yuvarlandım.”(Çeviri: Seçkin Selvi)
Auster’ın bu yazdıkları, bu düşüşü, sanki ben düşmüşüm gibi canımı acıttı. Daha sonra kendi yaşadığım benzer karşılaşmalarda bu satırları da aklımda taşıdım. Bir yazar daha ne kadar güçlü olabilir?
4.
Onun ardından yazarken, Auster’a dair böyle üzücü bir notla bitirmek istemem. Tesadüflerden, karşılaşmalardan bahsettiği,“Neden Yazmalı?”makalesinde, kendi bitirdiği gibi ilhamla bitsin bu yazı da…
Auster, söz konusu makalenin sonunda çocuklukta yaşadığı, talihsiz bir anı anlatır. En sevdiği beyzbol oyuncularından birini görünce yanına koşmuş ve ondan imza istemiştir. Oyuncu “tabii” der; “Kalemin var mı?” Auster’ın kalemi yoktur; o sırada yanında olan büyüklerinin de yoktur. Oyuncu “kalem yoksa imza da yok maalesef” deyince, genç Paul Auster de kahrolur.
Ya sonra?
“ (...) O gecenin ardından, nereye gitsem yanımda kalemimi de götürdüm. Cebime bir kalem koymadan evden çıkmamak bende bir alışkanlık haline geldi. Kalemle bir işim olduğundan değil ama hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Bir defa boşa düşmüştüm, bunun yeniden yaşanmasına izin vermeyecektim. Hiçbir şey değilse bile, yıllar bana şunu öğretti: Cebinde bir kalem varsa, günün birinde onu kullanmaya başlayabilirsin. Çocuklarıma söylemeyi sevdiğim üzere, ben işte böyle yazar oldum.”
Paul Auster işte böyle en sevdiğim yazar oldu. Hep de öyle kalacak.