Eylül 2002
Bu şehre ilk gelişimde köprüler görmüştüm. Köprülerden birinin
üstünden, merdivenlerin bitip meydanın başladığı yerde, elimde iki
lacivert valizle durmuş, etrafa bakmıştım. Annemin gazete kuponuyla
aldığı iki valiz, 22 saatlik yolu sanki benimle gelmemiş de,
dünyaya yepyeni bir dirilik olarak bakıyordu. Onlara bakarken
uzaktan gördüm tatlıcının ismini. Bir harf eklenmiş, son harfi de
yanlış yazılmış bir isimdi. Benim ismim. Bu defa ismimi
söylemeyeceğim. Sen de Süleyman, ben diyeyim Şakir. Hatta dur, sen
de Şamil, ben diyeyim Abdurrahim.
Hiç banka görmemiştim, etrafta denize dair bir emare yoktu. Sen
en az 12 yıl uzağımdaydın şimdi. Ama ilerideki uzak. O zamanlar
ilerideki uzakların ne demek olduğunu bilmiyordum. Birkaç iyi şiir
okumuştum sadece. Yazdıklarım berbattı –dünyada en az birine göre
halen çok berbat fakat konumuz bu değil. Meydan diyordum.
O meydanın köşesinde duran bankaya bakmış, babamın cebime
sokuşturduğu banka kartını orada kullanacağımı düşünmüş ve gördüğüm
bu yeri iyi ezber etmem gerektiğine inanmıştım. Sabahtı. Saate
bakmıştım. Saati, akrep ve yelkovandan öğrendiğimiz günlerdi. Sol
kolumuz havaya kalksa, saat de görünürdü bu yüzden. Sahi, ben kaç
kere yumruk yapıp sol kolumu havaya kaldırdım?
İlk evim dört öksüzlüğün toplamı gibiydi. Aralarında birer yaş
olan dört hemşeri. Çaydanlığın katran kara olmasına önce çok
şaşırmış, sonra çok korkmuştum. Korku denen şeyin eşyalara
yöneldiğini ve eşyalardan insana geçtiğini sanıyordum. Yakası
kürklü bir montum vardı, şimdi üstümde olsa ne güzel olurdu diye
düşünmüştüm ama eylüldü ve güz halen gelen bir şeydi. Evet,
mevsimler dörttü hâlâ, yazdan kışa kıştan yaza ayağı yanık it gibi
geçilmiyordu. Henüz ayağımız yanmamıştı ve hepimiz birer aslandık.
Dört öksüz aslan bir evin içinde nasılsa, öyleydik. Siyah poşete
gizlenmiş dört bira, balkondan uzun uzak denize bakan dört çift
göz, televizyonun tepesine çatal yerleştiren ve müzik bulmaya
çalışan en az iki kol ve fesih Kürtçe. Evin içinde çağlayıp
çağlayıp duran. Biraz Şivan Perwer, biraz Xelîl Xemgîn. Boşuna mı
söyledi o aslan “Evîndarê Welat”ı?
Bu şehre ilk gelişimde köprülerden meydanlara bakmıştım. İçimde
illa ki bir şarkı vardı ama şimdi unuttum. Büfeler açılıyordu
hızla, telaşlı insanlar geçiyordu yöremden. Sosislere şaşıyordum,
insanların telaşına, banka dükkânlarına. Hepsine şaşıyordum. O
zamanlar şaşırmak akreple yelkovan gibi hayatımdaydı. Vardı,
oradaydı ve beni şaşırtıyordu büfeler bile. Sigara içsem, ne güzel
sigara alır yakardım, diye içimden geçirmiştim. Sigara bile
içmiyordum ve Camel dört milyon iki yüz elli bin lira olacaktı iki
yıl sonra Yenikapı İskelesi’nde.
Bu şehre ilk gelişimde, annemle caddeler arşınlamıştık. Mağrur
ve ezgindi. Sığırcık gibi ürkek yol soruyorduk. Babam olsa “Biz
taşradan geldik,” derdi o davudi sesiyle “şu yolu tarif eder
misiniz?” Ama annemi deniz tutuyordu ve biz yol soramıyorduk. İlk
soluklandığı yerde ağlıyordu. Çok yalnızdık. En azından buna
inanmıştık o eylül ayında. Demiştim, güz geliyordu o zamanlar. Ve
ben birkaç iyi şiir okumuştum. Uğultulu şiirler.
“Haec dicit dominus deus ossibus suis: Ecce, ego intromittam in
vos Spiritum vivetis.” diyor Eski Ahit’te. “Kuru kemikler, Rabbin
sözünü dinleyin: Rab Yehova bu kemiklere şöyle diyor: İşte, sizin
içinize soluk koyacağım ve dirileceksiniz.” Bunu Marx, “Louis
Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i”nde şundan hemen sonra söylüyor:
“Genel oy hakkına iman edenler, onlar adına öyle büyük işler
başaran, bir II. Bonaparte’ı bir Napoléon’a, bir Saulus’u bir
Paulus’a ve bir Simon’u bir Petrus’a dönüştüren mucizevi bir güçten
feragat etmezler elbette.”
Bu şehre her gelişimde, köprüden meydana bakmak isteyeceğim.
Mesut tesadüfler, mesut tesadüflerdir. Ve kelimeler serindir.
Serindir. Serindir.