Adım Fırat. Bunu bir kere daha söylemeyeceğim. Siz de bana Fırat deyin.
Kars’tayız, Çıldır ve Ani arasında yol var diyor şoför Özcan. Özcan gencecik bir adam, girgin, gözüpek, heyecanlı ve becerikli. Pek yakında bu arabadan üç tane daha alır, hepsini de çalıştırır. Askerlik için üniversiteye gidiyormuş, aslında buralar üniversite kentiymiş de kimse pek farkında değilmiş. Hep kar yağarmış ya, herkes alışkınmış. Bak bak, şu ilerideki çocuk mesela, gördün mü paltosuz dolaşıyormuş. Ayağındaki kösele ayakkabı sende olsa boynunu kırmıştın çoktan, diyor Özcan. Neden boynum, elim kolumla yetinsek olmaz mıydı, demiyorum. Gülümsüyorum. Önce Ani’ye mi Çıldır’a mı, diyor. Bilmem, benim derdim Ani’yle, sen Çıldır diyorsun, hangisine önce gitmek daha az turistikse ona gidelim önce, diyorum. İki kere önce diyorum, pekiştirmek ister gibiyim. Özcan zeki bir genç. Anlıyor.
İşte Ani’deyiz. Kocaman bir boşluk sanki Ani. Özcan yalnız bırakıyor beni, burayı tek başıma tecrübe etmem gerektiğini konuşmuyoruz. Ama demiştim, anlıyor. Bembeyaz bir boşluk. Geniş ve beyaz; pekiştirme ihtiyacı duyuyorum her şeyi, içimde. Uyku önce musallat olan ip gibi çınlama var sessizliğin içinde. Bir de ayak seslerim. Ayağımın karı ezdiği o ses. Muntazam bir ses bu, durduğumda o da duruyor. Ve sadece o çınlama kalıyor. Rüzgâr yok. Bembeyaz.
Ani’deyim işte. Bir sesin peşinden gidiyorum. Sanki isimler anons ediliyor çok uzaktan. Ya da birbirlerine bağıran insanlar var. Yürüdükçe yaklaştığımı düşünüyorum. Yok, sesler hep uzakta. Bazı isimler söyleniyor. Ünlüyor davudi bir ses bazı isimleri. Harabe denilen bir yerde, şehri ayak izlerimle kat ediyorum boydan boya. İçimde bembeyaz bir serinlik.
Uzaktan köprüye baktığım ânı hiç unutmamalıyım diyorum kendi kendime. Olur a unutursam diye uzun süre, gözümü kırpmamaya çalışarak bakıyorum. Orada bir köprü var. Altından su akıyor. Şimdi suyun rengi de var hayatımda ilk defa.
Kayalığın üzerine oturup bir mektup yazmaya karar veriyorum. Mektubun sadece hitabından eminim. Asla göndermeyeceğim. Ama biliyorum, “Değerli ağabeyim” diye başlayacak. Değerli ağabeyim, size anlatacaklarım var.
Değerli ağabeyim, size anlatacaklarım var. Anlatacaklarımın çoğunu hiç konuşamadık. Siz seyahat etmekteydiniz, hep çok işiniz vardı. Oysa bir gün sokakta tesadüfen karşılaşmıştık. O sokak çok kalabalık bir sokaktı. Ben sizi gördüğüm için heyecanlanmıştım, siz bunu telaş sanmıştınız. Siz tabii ki telaşlıydınız. Anlatmak için gelmiş gibiydiniz bu sokağa bile. Sanki sorsam, bu sokağın anlamını, anlamın karnındaki sırrı söyleyecektiniz. Ben sizinle bir türkü hakkında konuşmak istiyordum. Malatya türküsü, Seyyid Meftunî’nin müthiş bir türküsü. Tesadüfen, sizin yanınıza ilk geldiğimde bindiğim minibüsün cızırtılı radyosundan duymuştum. Unutmamak için hep yanımda taşıdığım ufacık ajandanın son sayfasına not almıştım. Sanki bunu bir tek siz anlardınız. Cızırtılı derken de, bir an acaba sözün iştahına kapılıp dramatize mi ediyorum diye düşündüm. Değil, gerçekten de cızırtılı bir radyoydu. Ben şoförün bir arka koltuğunda oturuyordum. Sonra sizin yanınıza vardım. O gün konuşamadım. Sonrasında da hep aklımdan bunu sadece size anlatacağımı geçirdim. Anlatamadım. Tesadüfen karşılaştığımız o sokakta ve az önce bindiğim otomobilde bu türkünün beni bir tesadüf parantezine alacağını bilemezdim. Mektubumda çok şey anlatmak isterken, hiçbir şey anlatamamanın telaşına düştüm şu anda. Ani’deyim. Sadece bunu söyleyecektim.
Özcan dönüş yolunda radyodan şikâyet ediyordu. Sen büyük şehir görmüşsün, bunu kime tamir ettireyim, diye sordu. Ettirme, dedim. Cızırtı tesadüftür Özcan. Hayatta bazı ayakkabılar bizi yarı yolda bırakır.