Yeni ‘The Crow’ ne kadar beğeni toplar bilemiyoruz ama inşallah Brandon Lee’nin mezarında ‘kemiklerini sızlatacak’ bir sonuç çıkmaz. Çünkü oyuncu oynadığı ilk filmin sonucunu görebilse muhtemelen ‘hüzünlü’ vedasının daha da bozulmasını istemezdi!
Geçen cuma vizyona çıkan yeni "The Crow" filmi, daha doğrusu orijinal filmin yeni versiyonu, hatırlanacağı üzere 90’lı yıllarda ilgi çekmiş ve belli ölçülerde beğeni kazanmış bir yapım… Bu filmin yeni teknolojik buluşlarla süslenip tekrar sunulması (en azından gişede!) aynı başarıyı kazanma amacı güdüyor. Artık sinema sektöründe genele yayılmış bu gayret beklenen sonucu veriyor mu? En azından sinematografik anlamda kuşkuluyuz!
Tam 30 sene önce sinema salonlarında arz-endam etmiş bir filmi, yapımcıların ‘tozlanmış raflarından’ tekrar indirip ele almaları anlaşılabilir bir motivasyon kaynağı taşıyor. Hatırlanacağı üzere ilk "The Crow", (artık çok revaçta olan) karamsar bir bilim kurguyu andıran bir atmosfer içinde hem burada müzikle ve aşklarıyla var olmaya çalışan genç bir çiftin romantik hikayesine şöyle bir dokunuyor hem de onların azılı bir çete tarafından katledilmesi sonrasında Eric Draven’ın (filmin asıl kahramanı) bir yıl sonra bir kuzgunun getirdiği ruhla ve güçle tekrar dirilip katillerinden intikam almasını sert, kanlı ve yine karamsar bir dille anlatıyordu.
İddialı bir ‘remake’ bütçesiyle yapımcılar, filmde kurulan bu adeta distopik kokan dünyanın daha da gösterişli durabileceğini, hikayedeki şiddet düzeyinin daha kanlı başka bir deyişle daha gore bir hale dönüşerek daha etkili olabileceğini düşünmüş olmalılar.
Ancak bizce orijinal filmin belli bir anlamın ötesine geçmesini, kullanılan sembollerin ilk aklımıza gelen temsillerden daha da derine inmesi engelleyen bir yapısı, trajik olduğu kadar belli bir yere ‘saplanmış’ ve sanki genel çerçevesi ‘esnetmeye’ çalışılırsa tamamen yerle bir olacak gibi duran hantal ve basit bir senaryosu da vardı!
BRANDON LEE’NİN MİRASI
Hatırlanacağı üzere 1994 yılında çekilen ilk "The Crow" filmi, o dönem sinema kariyerinin başında olan Alex Proyas’ın ilk uzun metrajlı sinema filmiydi ama yönetmenin ciddi bir ‘video-klip’ kariyeri vardı. Proyas bu görsel deneyimini çok verimli bir şekilde kullandı ve büyük bir şehri ve ara sokaklarını adeta cehenneme kayan ayrı bir evrene, Gotham City’yi anımsatan depresif, pesimist ve yozlaşmış bir dünyaya çevirmeyi başardı. Bu depresif ortam o dönem zirvelerini yaşayan rock, punk hatta heavy metal parçaları eşliğinde filmin gizemli atmosferine katkıda bulunuyor hatta asıl kahramanımızın ‘doğuş’ sekansına The Cure grubunun solisti Robert Smith’in sesiyle tanık oluyorduk. Bu arada Eric Draven’ın makyajlı yüzünün Smith’i ne kadar andırdığını bilmem hatırlatmaya gerek var mı?
Ama bütün bu artıların yanında filmin yanında taşıdığı belki sinematografik değerinin de önüne geçen trajik bir hikayesi vardı: Bilindiği gibi filmin starı efsanevi oyuncu ve Uzak Doğu dövüş sporlarının liderlerinden bir olan Bruce Lee’nin oğlu Brandon Lee’ydi. "The Crow" tabii ki Brandon Lee’nin ilk filmi değildi ama oyuncu ilk defa kendini aksiyon sekanslarındaki becerisinin ötesine geçen bir rolde göstermek için bir fırsat bulmuştu. Filmin çekimlerinin bitmesine kısa bir süre kala sette korkunç bir kaza yaşandı ve Lee kurusıkı doldurulmuş olması gereken bir silahın gerçekten ateş alması sonucunda vuruldu ve öldü!
Brandon Lee’yi hayattan koparan bu elim kazanın nedeni tabii ki araştırıldı ve inanılmaz bir aksesuarcı ihmali olarak biraz aceleci bir şekilde noktalandı. Ama sonrasında birçok varsayım ortaya atıldı: Kimilerinin dediğine göre Brandon Lee artık Hong Kong’da film çekmeyi reddediyordu ve kontratla bağlı olduğu bazı karanlık yapımcılar tetikçiler tutarak bu kazayı planladılar. Daha batıl inançlı olanlar bir ‘aile lanetinden’ bahsettiler çünkü Brandon’un babası Bruce Lee de çok genç bir yaşta (32 yaşında) pek açıklanamayan bir şekilde film setinde ölmüştü.
BİTİRMEK İÇİN DİRİLTMEK!
Tabii ki bu kaybın ardından asıl sorun filmin akıbetiydi: filmin çekimleri büyük ölçüde bitmişti ama hala eksik kalan sekanslar vardı. Projeyi terk etmek başta buna büyük gönül vermiş Brandon Lee’nin anısı olmak üzere bütün film ekibine ciddi bir zarar verecekti. Sonuçta film ekibi ö dönem için çok yeni olan bir yöntem kullandı: eksik sekanslara Lee’nin diğer planlardaki görüntüsünü yerleştirerek hiç de fena olmayan bir şekilde film bitirildi. Bu teknik başarı her ne kadar takdire şayan olsa da bu yöntem yine de filmin finalini ve tonunu biraz değiştirdi. Başlangıçta filmin, Lee karakteri katillerini öldükten sonra bile aradığı huzuru bulamadığı, çaresiz ve daha da karamsar bir finalle noktalanması düşünülmüştü. Oysa (zorunluktan doğmuş) bu yeni versiyonda, Lee’yi intikam sonrasında boğuşmak zorunda kaldığı iç şeytanlarından kurtulmuş olduğunu, tekrar sevgilisiyle buluştuğunu ve artık huzurlu bir şekilde mezarında yatacağını anlatan bir sonla karşılaşıyorduk!
Belki de bu yüzden normalde "Kuzgun" olan bu filmin adı bizde vizyona çıktığında "Ölümsüz Aşk" olarak değiştirildi. Meraklısına şu notu da düşelim: Film vizyona çıktığında, doğal olarak sinemaya nadir gidebilen dönemin başbakanı Tansu Çiller belki de bu ada aldanıp sinema salonunun yolunu tutmuştu!
Brandon Lee’nin vefatına rağmen filmin 1996 yılında bir devamı geldi. Bu sefer Vincent Perez başrolü üstlenerek genel anlamda benzer bir hikayeyi sunuyordu. Bu ‘devam’ ilkini aratsa da sonrasında gelen ve bizce tamamen ‘unutulabilir’ seviyede olan üçüncü ve dördüncü bölümlerden daha üst bir seviyedeydi.
Bu yeni "The Crow" ne kadar beğeni toplar bilemiyoruz ama inşallah Brandon Lee’nin mezarında ‘kemikleri sızlatacak’ bir sonuç çıkmaz. Çünkü oyuncu oynadığı filmin ardıllarını görebilse muhtemelen ‘hüzünlü’ vedasının daha da bozulmasını istemezdi!