Geçenlerde bir arkadaş, İpsala Sınır Kapısı’ndan dışarı çıktığı an soluduğu havanın bile özgürlük koktuğunu, rüzgârın başka estiğini, suyun başka aktığını, kuşların başka öttüğünü, insanların başka baktığını, ağaçların başka sallandığını ballandıra ballandıra anlatınca hafızam canlandı.
Yüksekova-Esendere sınır kapısından Türkiye’ye turist olarak gelen İranlı kadınların, sınırı geçer geçmez başlarındaki örtüyü, boğulmak üzereyken sudan çıkmışcasına derin nefes alarak söküp çantalarına tıkıştırdıklarına şahit olduğumda henüz çocuktum. İranlı erkeklerin Türkiye’ye gelir gelmez, o zamanların bir giyim markasının, üstüne “blucin” çekmiş kadın fotoğrafı bulunan poşetlerini biriktirip çantalarının dibine sakladıklarına da şahit olmuşluğum var.
Totaliter rejimler, bir sınama sahası olmadığı sürece kendini olağanmış, doğalmış, organikmiş gibi göstermeyi başarır.
Konumuz İran değil, Türkiye ama teşbih teşbihtir: Humeyni’den sonra doğup hiç yurt dışına çıkmamış İranlılar açısından bulundukları rejimi sınayacakları, mukayese edecekleri bir saha yoktu. Dolayısıyla onlar faşist rejime uyma güçlüğü bile hissetmediler, zira zaten o atmosfere doğdular.
Bir rejimden başkasına, demokrasiden faşizme, laiklikten şeriata vs, ani geçişte bazı toplumlar isyan eder, bazıları tamamen bunalıma girip çöker, bazıları da yeni iktidardan yana olanlarla olmayanlar şeklide bölünüp parçalanır. İran’da da öyle oldu. Yeni rejime uyum sağlamayı reddedenler ya darağacında sallandırıldı, ya hapishanelerde çürütüldü veya yurt dışına kaçtı.
İran’daki “nizam” herkes faşizme “alışana”, dolayısıyla faşizm olağanlaşana kadar sopayla sağlandı, sonrası zaten kendiliğinden gelişti.
Şimdi gelişen teknoloji sayesinde faşizme doğan İranlı çocuklar kendi rejimlerini mukayese edebilecekleri başka “dünyaları” da ülke dışına çıkmadan görüyorlar ve bu nedenle de zaman zaman patlak veriyorlar.
Rejim ise bu mukayeseyi yapmamaları için Twitter başta olmak üzere çeşitli İnternet kanallarını, soluk alanlarını kapatmaya, “dışarıda bir dünya yok” hissi yaratmaya çalışıyor. Ama dışarıda bir dünya var. Bunu artık herkes biliyor.
Gelelim Zamyatin’in “Biz’indeki “bize” yahut başka türden İranlaşmamıza…
Mevcut faşizme (bir öncekinin ve ondan bir öncekinin de başka türden faşist rejimler olduklarını unuttuğum sanılmasın diye “mevcut” diyorum) nasıl geçtiğimiz herkesin malûmu ama neresinde olduğumuzu, bu girdabın nerede son bulacağını yahut buna hangi aşamada uyum sağlayacağımızı kestirmek güç.
Ama çok alametler beliriyor. Bazı muhalif kesimlerin giderek iktidarla tuhaf, hastalıklı bir özdeşlik kurmaya, kendini onun “muhalif” bir uzantısı olarak hissetmeye başladığı görülüyor.
Genellemecilik pahasına da olsa tek örnek üzerinden gideceğim.
Yine bir arkadaş dedi ki, “kendimi gazeteci Tim Sebastian’ın Deutsche Welle yayınında Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’la mülakatındaki ‘performansını’ izlediğim sırada rahatsız olurken suç üstü yakaladım! Hatta bu rahatsızlığımı başkaları da fark etti mi diye yoklamak üzere etrafımı kolaçan ettiğim için ikinci kez utandım.”
Hegemonya, iktidarın sadece baskı yoluyla, zora dayalı egemenliğini anlatmaz. Hegemonik güç, kendisine ulaşamayacağımız kadar mutlak duvarlar, uzun mesafeler örerken aynı zamanda içimize, “gönlümüze” veya beynimizin “ilgili yerlerine” de taht kurabilendir.
Kendisini, hesap sorulamayacak kadar sorgu-sualin dışında tutmak için önce gazeteciliği yasaklar ama sonrasında yasağa bile gerek duymazlar. Otosansürle, “senin dövmene gerek yok, ben kendi kendimi döverim” noktasına geliriz. Ki, gelmek üzere olduğumuz değil, geldiğimiz nokta o.
Bir süre sonra otosansüre de ihtiyaç kalmaz, zira beynimiz zaten iktidarın arzuladığı biçimde çalışmaya başlar ve onun diliyle konuşmaya, onun hissettiği gibi hissetmeye başlarız. Hegemonya böyle kurulur.
Neyse, peki, nasıl oldu da bu rahatsızlığın “suç” olduğunu fark ettin, diye sordum arkadaşa. “Çünkü” dedi, “bir anda İbrahim Kalın’ın ‘profesyonel tahammülkâr’ yüzünde Türkiye’deki kendimi, Tim Sebastian’ın hiddetli yüzünde ise Türkiye’de bize o şekilde davranan İbrahim Kalın’ı gördüm.”
“Kocam değil mi, sever de döver de” lafı bu ruh halinin ironik özeti. Seni dövenin sende yarattığı öz saygı örselenmesi, bir başkası onunla baş edebildiğinde daha görünür hale gelir belki de.
Böylece seni dövene söveni görünce, öz saygını zedeleyenin aslında senden daha güçlü olanın karşısında ne kadar naçar olduğunu fark eder, seni dövenin çaresiz yüzünde kendini, belki de utandığın halini görürsün, bilemiyorum.
İnsanın, kendisine zulmedene saygısı ve hatta “sevgisinin” izahını yapmak beni aşar ama zaten her gün bunun tezahürlerini de görüyoruz.
İnsanlar, razı olmadıkları davranışlarda bulunmaya veya bulunmamaya mecbur edildikleri rejimlerde, öz saygılarını örseleyen otoritelere gizli bir “hayranlık” geliştiriyor galiba.
O yüzden Tim Sebastian’ın Kalın’a yönelik “küstah” dilinin “bizde” yarattığı rahatsızlığı “gazeteciliğin hudutlarının aşılması” bağlamında izah edenlerin de Kalın’ın yüzünde kendilerini, Sebastian’ın yüzünde de “Kalın”ı görüp görmediklerini merak ediyorum. (Bu cümleyi BirGün gazetesinden sevgili Ümit Alan’ın üstüne alınması için yazıyorum.)
Şu yazıyı okumayı bırakıp tekrar düşünelim, Sebastian’ın üslubu “bizi” neden rahatsız etti? Hatta bence daha önemli soru şu: Sebastian’ın üslubu İbrahim Kalın’ı neden rahatsız etmedi? Elbette rahatsız etmiştir ama Kalın bu rahatsızlığını son derece “profesyonel” bir “Batılılıkla” örttü. Neden?
Yoksa Sebastian’ın ağzının ortasına kürekle vuramaz mıydı?
Evet, vuramazdı.
Çünkü o zaman bütün o “profesyonellik” tılsımı dağılacak ve Türkiye’de gazetecilere nasıl tahammülsüz oldukları “ortaya çıkacaktı.” Daha doğrusu ortadaki şey ortaya çıkacaktı.
Mülakat sırasında neden Kalın, Sebastian’a, “Birader, sen gazeteci misin? Topla şu bacaklarını. Biz de çok gazeteci gördük. Karşımızda gazeteci gibi duruyorlar. Haksızsam haksızsın deyin” demedi, diyemedi? Demesi beklenmez de, neden Kalın’ın tepki göstermediği üsluba, Türkiye’deki bazı “muhalifler “bile” tepkili?
“Ee, çünkü gazetecilik böyle yapılmaz.” Bu mu yanıt? Peki, Kalın’ın sözcüsü olduğu rejimde senin yaptığın, yapabildiğin şey gazetecilik mi? Bizim ancak karnımızdan konuştuğumuzda, yüz kelimemizden 99’unu yutkunarak yazdığımızda ortaya çıkan şey gazetecilik mi?
Hadi ben Kürdüm, “olmaz” diyelim, ama bugün yurtdışına çıkışı yasaklanan ve Tim Sebastian’la aynı kuşaktan gazeteci Hasan Cemal’in Kalın’la, Sebastian’ın üslubuyla bir mülakat yaptığını düşünelim…
Bence düşünmeyelim. Daha bugün, pasaportuna el konulması “suretiyle” hapsedilmeden hapsedilmişken, bir de gerçek manada hapsedilmesini istemeyiz.