Her şey teyzemin bana dinlettiği bir plakla başladı. On beş yaşındaydım ve ortalıkta “komançero” söyleyerek dolanıyordum. Kanımın deli aktığı zamanlar… Aşkı keşfettiğim, acısını derinden duyduğum yıllar. İlerleyen yıllarda ne aşkın ne de acının öyle bir şey olmadığını daha “derin” deneyimlerle öğrendim ama o yıllarda dinlediğim o şarkı derdime derman olmuştu. Başta (bana tuhaf gelen) söyleyişini yadırgamıştım; dinledikçe sevdim, sevdikçe vazgeçemedim. O sarı göbekli 45’lik plak pikabımda döndükçe döndü, eskidi. Kim bilir kaç kere yeniledim. Teyzemin verdiği plak arşivimde ama sonradan yanına kardeşleri ilişti. Bizdeki kapaksızdı, kapağını bulunca daha da sevdim: Erken dönemde yapılmış şahane kapaklardan biriydi bu. Sonradan öğrendim, sahibi, plak kapaklarına özen gösteriyordu. Sadece kapaklara değil, her şeye…
Teyzemin elime tutuşturduğu plak, Timur Selçuk’un ikinci plağı. Bir yüzünde Fransızca bir şarkı vardı ama ben, Türkçe olanla ilgilenmiştim. Sözlerini Faruk Nafiz Çamlıbel’in bir şiirinden alan “Sen Nerdesin”: “Caddeden sokaklara doğru sesler elendi / Pencereler kapandı kapılar sürmelendi…” dizeleriyle başlayan bu şahane şarkı, hayatımı değiştiren şarkılardan. Sonrasında uzun bir yürüyüş başlıyor -ki bu, şu anda bulunduğum yere ulaşmamı sağlayan yürüyüş. İlk adımları bu plak sayesinde attım: Önce kimin söylediğini merak ettim, Timur Selçuk’la ilgili her şeye ulaşmak için eski gazete arşivlerine girdim, babasının adını öğrenince merakım arttı, daha da gerilere gittim. O arada öğrendiklerim, beni başka diyarlara taşıdı ve kimi isimlerin, plakların peşine düştüm. Elbette Timur Selçuk plaklarının tamamını arşivime kattım ama bunu yaparken memleket pop tarihinin derinliklerinde kayboldum, arşivimi zenginleştirdim, yolumu çizdim. Özeti şu: Bugün bu yazıyı yazıyorsam, müsebbibi 1968 tarihli bu plak. Her şeyden önce, bunun için Timur Selçuk benim için çok değerli.
Kimi onu romantik şarkılar söyleyen bir şarkıcı olarak nitelendirebilir ama aslında çok daha fazlası. Her şeyden önce çok iyi bir müzisyen. Piyano çalıyor, düzenleme yapıyor, “büyük” eserlere imza atıyor. Dağarcığında popüler şarkılar dışında film müzikleri, oyun müzikleri, oda müziği eserleri ve hatta bir pop opera var. Sıraselviler üzerindeki dershanesinde yetiştirdiği müzisyenler cabası. Orkestra şefliğinin yanına yazarlığı iliştiriyor, sahnede onu devleştiren yorumculuğu ve kendine özgü şarkı söyleme tarzıyla tüm rakiplerinden ayrılıyor. Rakipler kelimesi lafın gelişi… Timur Selçuk, onca yıl rakipsiz yürüdü. Çağdaşları vardı ama hiçbiri onun kulvarında değildi. Her dem herkesten bir adım öndeydi. ‘60’lı yılların sonunda aynı kulvarda yürüdüğü insanlar yabancı şarkılardan uyarladıkları “aranjman”ları söylerken o kendi besteleriyle yola çıkmayı tercih etti. Başta söylediği aşk şarkılarının yerini ilerleyen yıllarda toplumcu şarkılar aldı. Modern taşlamalar yazdı, piyanosuyla gençlerin özgürlük mücadelesine destek verdi, onların sesi oldu ya da seslerine ses katarak taleplerinin duyulmasını sağladı.
Küçük salonlarda verdiği dayanışma konserlerinden ODTÜ’de verdiği meşhur kitlesel konserlere uzanan yolda ilerlerken başına çok şey geldi. Piyanonun devrimci bir enstrüman olup olmadığı tartışıldı örneğin... Yaşayanlar anlatıyor: ÖTK tarafından düzenlenen meşhur ODTÜ konseri öncesinde dönemin solcuları ikiye ayrılmış. Kimileri, şu soruyu sormuş, ortalık karışmış: Emperyalist piyano, halkın bağlamasının yerini alabilir mi? Bunun için bir forum düzenlenmiş ve uzun tartışmalar sonunda piyanonun devrimci bir enstrüman olmadığına ama devrimci bir amaçla kullanıldığında bunun bir sakınca doğurmayacağına karar verilmiş ve konserler yapılmış. Elden ele dolaşan kasetler aracılığıyla bugüne kadar ulaşan kayıtları dinleyenler bilir: Timur Selçuk, o konserlerde, bütün bir devrimci repertuvarı elden geçiriyor, Ahmed Arif’ten Nâzım Hikmet’e uzanıyor, türkülerden marşlara geçiyor ve bütün bunları bir stadyum dolusu insanla tek yürek olarak yapıyor. Gücü burada belki de: Piyanosunun başına oturup tuşlara dokunduğu an karşısındakileri etkisi altına alır, sonrasında bir nefeste söylediği şarkılarını salonu dolduranların sesleriyle çoğaltırdı.
Galatasaray Lisesi’nde başladığı müzik yolculuğunu Fransa’da sürdürdü. Türkiye’ye döndükten sonra hep en iyiyi yapmak için çalıştı. İlk plaklarından itibaren yaptığı bütün şarkılar klasikler arasına girdi. Geriye dönüp baktığımızda dolu dolu bir repertuvara imza attığını görüyoruz. Paris’te sürdürdüğü öğrenim sırasında, biraz da para kazanmak için yöneldiği şansonlar, ilk yıllarında yolunu çizdi. Sonrasında kendini kavganın içinde buldu. Bu, bilinçli bir tercihti. Bir dönem piyanosuna takılan, onu saz çalmadığı için eleştiren zihniyet, bugün, onu oy verdiği partiyle ya da inancıyla yargılamaya kalkıyor. Söylenecek çok şey yok aslında: İnancı kendisini bağlar, istediği partiye oy verebilir. O partinin neferi olmadığı sürece ya da inancını dikte etmeye kalkmadığı taktirde onu eleştirmek kimseye düşmez. Elbette şerhlerimizi koyarız, düşüncesinin karşısına düşüncemizle çıkarız ama “şuna inanıyormuş” diyerek eserini silmek bana anlamlı gelmiyor. Ölümünden hemen sonra şarkılarını paylaşanların, bir sonraki paylaşımlarında “Müslümanım” dediği için ya da oyunun yönünü açıkladığı için onu karaladığına iki gün önce şahit olduk. O da onların acizliği elbette, belki de gülüp geçmek, çok takılmamak gerekiyor… Timur Selçuk da bunu yapmıştı: Eleştirilere kulak asmadan ama yapıcı eleştirileri dikkate alarak hep doğru bildiği yolda yürüdü. Bugün onu sevgiyle anıyorsak, biraz da bundan.
Babası Münir Nurettin Selçuk, ilk öğretmeni. Müziği, insanlığı, zaman zaman despotluğu ondan öğrendi. Huysuzluğu da babasından ama bu, kötü anlamda bir huysuzluk değil. Tanıdığım en kibar insanlardandı. Zaman zaman delirdiği, çileden çıktığı oldu ama kızdığında bile karşısındakine ince ince ayar verirdi. Babasının başta ona karşı çıktığını anlatıyor ama sonrasında yolunu da onunla çizmiş: “(…) böyle bir ailenin bize getirdiği artılar, annem de tiyatro sanatçısı olduğu için, sanat ortamında olmanın kolaylığı... Başlangıçta [babam] müzik yapmamızı istemedi, sanatçının hayatı zordu çünkü, hâlâ öyledir. Ama benim bu konuda kararlı olmam doğrultusunda o da kabullendi. Bizim işimizdeki etkisiyse, ahlâklı olmak konusunda doğru yolu göstermiş olması... Sanatın çok para kazanmak olduğunu değil, akıl, duyarlılık ve bilgi bazında bir iş olduğunu gösterdi.” (Roll 7, Mayıs 1997)
Ev ortamını ve sıklıkla gittiği konser kulislerini saymazsak, müziğe gönlünü düşürdüğü yer, Galatasaray Lisesi. Alt sınıfındaki Mehmet Teoman’a giderek orkestra kuracağını söylemesi, Galatasaray Vokal Grubu’nun önünü açan hamle. Babasından doğru müziği bildiği için orkestranın şefi, öğretmeni ve yol göstericisi olmuş. Fransızca şarkılar ağırlıklı repertuvarlarını okul salonunda sergileye sergileye pişmişler ve dönemin büyük buluşmalarından biri olan Boğaziçi Müzik Festivali’ne katılmışlar. Robert Kolej bahçesinde yapılan bu yarışmalı festivalde birinci olunca onlara Hilton’un, Çatı’nın kapıları açılmış. Macera kısa sürmüş, lise bitince herkes bir yana dağılmış ama Galatasaray Vokal Grubu, Timur Selçuk’la beraber Mehmet Teoman’ı da müzik piyasasına kazandıran ekip olarak tarihe geçmiş.
İlk plaklarını Fransa yıllarında Timour adıyla yapan Timur Selçuk, bu plaklarda, sonradan Türkiye’de ünleneceği besteleri Fransızca sözlerle söylüyor. Onu, burada, art arda yaptığı iki 45’lik plakla tanıdık: “Ayrılanlar İçin” ve “Sen Nerdesin”. İlki Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dizelerinden bestelenmişti, diğeri Faruk Nafiz Çamlıbel’den… Ezber bozan, rotayı değiştiren plaklar bunlar: O güne dek “aranjman” adı altında yabancı şarkılara yazılmış Türkçe sözler seslendirilirken o günden sonra bizim bestecilerin önü açılmış, yapım şirketleri onlara da şans tanımaya karar vermiş. Plaklardaki bir diğer yenilik, şiirlerin bestelenmiş olması. Timur Selçuk, edebiyatla müziği yan yana getiren, bu yolu açan isimlerden.
1970 yılında yayımlanan üçüncü plağında iki Türkçe şarkı var –ki bunların ikisi de klasikler arasına çoktan girdi: “İspanyol Meyhanesi” ve “Beyaz Güvercin”. İkisinin de sözleri Ümit Yaşar Oğuzcan imzalı. Oğuzcan, sanatçının hayatında önemli bir yere sahip. “Böyledir Akşamları İstanbul’un”, “Rıhtımda”, “Bugün, Yarın ve Daima”, art arda Ümit aşar Oğuzcan şiirlerinden yaptığı besteler… Bu ortaklık sonrasında dostluğa dönüşüyor ve bir süre sonra birlikte bir şeyler üretmeye başlıyorlar. Şahane kapağıyla dikkat çeken bir 45’lik plakta yer alan iki şarkı, “Yaşayamam Sensiz” ve “Sevmek Delilik”, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bizzat söz yazdığı şarkılar. Arada yaşanan bir kaza, Timur Selçuk’un kimi şarkılara söz yazmasıyla sonuçlanmış: Selçuk, Roll’un Mayıs 1997 tarihli 7. sayısında Merve Erol’un “Şarkılarınızın sözlerini neden kendiniz yazmıyorsunuz?” sorusunu cevaplarken bunu şöyle anlatıyor: “Hiç yeteneğim yok. Mecburen iki üç tane yazdım, onlar da, Ümit abi (Yaşar Oğuzcan) Paris’e şarkı sözlerini yollayacaktı, gecikti; kayda girecektik, mecburen ben oturdum. Görüyorum Kayahan’ı, Sezen’i, Fikret’i, çok hoşuma gidiyor, ne güzel oturmuşlar, sözlerini yazmışlar… Ben şiir bestelediğim için şarkı sözü merakım da olmadı, şiir de yazmadım.”
Az önce de altını çizdiğim şiir besteleme durumu, babası Münir Nurettin Selçuk’tan devraldığı bir miras. Bir anlamda bir geleneğin devamı. Öncesinde rastlamadığımız, sonrasında sayısı giderek artan örneklerle çoğalan bir gelenek bu. Aslında başlatanlar, baba-oğul Selçuk’lar. Baba, Yahya Kemal Beyatlı, Behçet Kemal Çağlar, Ümit Yaşar Oğuzcan, Nâzım Hikmet gibi şairleri bestelerken oğul Orhan Veli Kanık’tan Ataol Behramoğlu’na, Aziz Nesin’den Ceyhun Atuf Kansu’ya uzanıyor. Kimi zaman bu tutumu eleştiriliyor ama onlara şu sözlerle cevap veriyor: “Schubert döneminin Alman şairlerini bestelemiş. Schubert kendisi şiir yazmadı diye kötü besteci mi olacak? Ama mesela Jacques Brel de senfonik eserler vermedi.”
Bu yıllarda yeniden İstanbul lokallerini keşfeden ya da onlarda çalarak keşfedilmeyi bekleyen bir genç şarkıcı Timur Selçuk. Henüz yirmili yaşlarının başlarında… Şişli’de bir bodrum katında bulunan Batı Kulüp, o dönem sıklıkla sahne aldığı yer. Kulübün müdavimlerinden biri, Yılmaz Güney. Gönlü zaten solda, onlarla karşılaşınca hepten o tarafa kayıyor... Dümeni sola kırdıkça şarkılar da değişiyor. ‘70’li yılların ortalarına doğru aşk şarkılarının yerini taşlamalar ve kavga şarkıları alıyor. İlk örneklerden biri, Orhan Veli’den bestelediği “Pireli Şarkı”: “Bu düzen böyle mi gidecek?” dizesi, yolunu çizen dizelerden biri. Sonrasında 1 Mayıs alanı, 1977 yılında yaptığı o meşhur albüm, dayanışma geceleri ve meşhur ODTÜ konserleri var: “ODTÜ’de ’76-77-78’de üç konserimiz oldu, ancak o meşhur ODTÜ Konseri bandı, sanıyorum, ‘78’deydi. ‘80 öncesi Türkiye’deki durum çok farklı olduğu için, göğüs göğüse yaşanan bir kavga olduğu için, solun bastırılması, hatta tamamen ortadan kaldırılması söz konusu olduğu için, MHP ve yan örgütlerinin, Ülkü Ocakları’nın örgütlü örgütsüz demeden, devletin kimi kanallarının da yardımıyla, solla savaşı olduğu için, ben de tercih hakkımı kullandım. Grev yerlerinde, direniş yerlerinde, demokratik gecelerde, hiçbir örgütün, derneğin üyesi olmadan, şarkılarımla elimden geleni yaptım,” cümleleriyle anlatıyor o günleri…
12 Eylül darbesi sonrasında sesi devlet eliyle kısılan “sakıncalı” sanatçılardan biri. Konserleri yasaklanıyor, 15 yıl hapis isteğiyle hakkında dört ayrı dava açılıyor. O dönem verebildiği konserlere dinleyiciden çok polis geliyor. Daha ziyade tiyatro ve film müziklerine ağırlık verdiği bir dönem bu. Yeniden dinleyici karşısına çıkmasını sağlayan, 1983 yılında Şan Tiyatrosu’nda başlayan, 1984 yılında memleketin farklı yerinde yapılmış buluşmalarla devam eden bir konserler dizisi. Nükhet Duru’yla birlikte verdikleri “Benim Şarkılarım” başlıklı bu konserler, o yılların karanlığını dağıtan çalışmalar. Turne, aynı adla ama küçük değişikliklerle otuz yıl sonra, 2014 yılında yeniden tekrarlandı. O dönemde Radikal adına ikiliyle konuşmuş, bu birlikteliğin ayrıntılarını öğrenmiştim. Nükhet Duru, “Mustafa Oğuz’un projesidir, teklif doğrudan ondan geldi,” diyerek anlatmaya başlamış, şöyle devam etmişti: “İlk plaklarımın düzenlemesi Timur Selçuk’a aittir. Ondan önce de kendisine hayrandım ve yolundan gitmeye çalışıyordum. Mustafa, ikimizin birleşmesinden hoş bir şey çıkacağını düşündü ve teklifi getirdi. Hocam da kabul edince konserler başlamış oldu.” Otuz yıl sonra yeniden bu konserleri tekrarlama fikri de Nükhet Duru’nun: “Hep aklımdaydı aslında ama müzikal olarak ‘hadi şimdi hazırım yine yapalım mı’ diyecek durumum yoktu. Arada bir iki konserde yan yana geldik ama kısmet bugüneymiş. Zaman da uydu aslında, bu şarkıları söylemeye tam da şu anda çok ihtiyacımız var. İnsanlar bunu duymak istiyor. Takdir edersiniz ki biraz kirli bir müzik ortamı var.”
Timur Selçuk, ‘80’li yıllardaki müzik ortamını da “kirli” bulduğu için o dönemde pek bir şey yapmadı. Eski şarkılarını yenilerle buluşturduğu “Dünden Bugüne” (1983) ve yeni şarkılardan müteşekkil “Timur Selçuk 3”, art arda yaptığı iki albüm. Sonrasında, 1992 tarihli “25 Yıl” albümü var “Onlar bir dönemi noktalamak için toplanmış eski şarkılardı. Benim zaten bir pop müzik sanatçısı olma gibi bir iddiam hiç olmadı,” cümlesini kuruyor bu albüm hakkında… Tam da o dönemde Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemelerine katılıyor ve “Bana Bana” ile birinci oluyor. 12 Eylül sonrasında elinden alınan pasaporta böyle kavuşuyor. Devlet, “mecburen” pasaport veriyor ve yarışmada Türkiye’yi temsil ediyor.
Uzun uzun anlatmaya, daha da ayrıntılandırmaya gerek yok aslında. Bir yandan babasının mirasını bugünlere taşıyan, diğer yandan kendi repertuvarını oluşturan Timur Selçuk, Batı müziğinin yılmaz savaşçılarındandı. Bizzat kurduğu ve yönettiği İstanbul Oda Orkestrası eşliğinde 2004 yılında yaptığı “Babamın Şarkıları” başlıklı albüm, bu anlamda önemli. Bu, alaturkayla ilk buluşması değil. Öncesinde, 1974 yılında yayımlanan albümünde, Dede Efendi’nin meşhur valsi “Yine Bir Gülnihal”i “Yine Bir Gül Yüzlü” adıyla (ve elbette Batılı bir düzenleme eşliğinde, güncelleştirilmiş sözleriyle) söyledi; “Dünden Bugüne”de “Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın”a yer verdi, “Timur Selçuk 3”te “Otomobil”i, “25 Yıl”da ise “Kalamış”ı yeniden canlandırdı. “Kalamış”, “Babamın Şarkıları”nda farklı bir düzenlemeyle kendisine yer buluyor. Sanatçı, albüm kapağında (kimi teknik bilgiler verdikten sonra) bu düzenleme hakkında şunları söylüyor: “Biribirini okşayan, dokunan, ara sokaklarda selamlaşan, zamanı telaşsız yaşayan, akıllı, duyarlı bir armonik yapı oluşsun istedim.” Bir anlamda özlediği eski İstanbul’a ulaşma çabası belki de bu…
Timur Selçuk’u şarkılarıyla anmaya kalksak, pek çok şarkısını art arda sıralamamız gerekir. Kendi adıma başa koyacağım şarkı, yazının başında bendeki yerini anlattığım “Sen Nerdesin”. Ardına “Böyledir Akşamları İstanbul’un” ve “Rıhtımda”yı iliştiririm. Sonrasında, aldatma/aldatılma halini anlattığı etkileyici “İnme” gelir. “Beyaz Güvercin”i muhakkak dinlerim çünkü kişisel tarihimde çok özel yeri olan bir şarkı bu. “İspanyol Meyhanesi”, çilingir sofralarında muhakkak söylediğim şarkılardan. Dost meclisinde söylediğim ise, “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü”. Kol kola girip “dostların arasındayız / güneşin sofrasındayız” dizelerini coşkuyla söylemenin yeri ayrı. Taşlamalar bahsinde, “Ekonomi Bilmecesi”ni tek geçerim. En eğlenerek dinlediğim ve söylediğim şarkılardan biri, Oktay Arayıcı’nın “Rumuz Goncagül” oyunu için yazdığı “Halet Rezaki’nin Şarkısı”. Yanına, “Pireli Şarkı” ve “Dönek Türküsü” ilişir. “Nereye Payidar”dan “Hürriyet Marşı”na uzanan şarkılar, alanlara yakışır. Yeniden sakinlemek isterseniz, “Ölümü Hatırlatan Kadın” adlı etkileyici şarkıya uzanabilirsiniz. Beni (tıpkı “İnme” gibi) derinden sarsan şarkılardan… Üç şahane yorumla üç farklı şarkıyı da bu listeye eklersek, güzel bir Timur Selçuk seçkisine ulaşmış oluruz: Nilüfer’in sesinden “Son Âşık”, Nükhet Duru yorumuyla “Kırık Kalpler” ve Ayşegül Aldinç dokunuşuyla kalbimizi çizen “Gözlerin Su Yeşili”. Bilhassa sonuncusu, nokta koymak için ideal. Benim açımdan böyle bu.
Timur Selçuk’u çok kez sahnede izledim. Küçük salonlardan Açıkhava Tiyatrosu’na, Kızılay Meydanı’ndan ODTÜ Mimarlık Amfisi’ne pek çok konserine şahit oldum. Her birinde onu yeniden sevdim. Başta söyledim, benim için en değerli isimlerden biri. Artık aramızda değil ama şarkıları her dem başucumuzda. Yazıyı çok uzattım ama daha söylenecek çok şey var. Onları başka yazılara saklayayım, bu bahsi burada kapatayım. Şimdilik. Timur Selçuk, ölümüyle bir devri kapatan sanatçılardan. Yaptığı son iş, Gezi direnişine omuz vermek olmuştu. Slogandan uzak, hafif telaşı çokça umudu olan bir şarkı yapmış, kızı Hazal’la birlikte söylemişti. Eski şarkıların düşüne düşüne dinlenmesi gerektiğini savunurdu. 2014 yılında onunla yaptığım söyleşide gençlerin slogandan uzak durması gerektiğini savunmuştu. Son dönemde yaptığı açıklamalarıyla tepki aldı ama en başından beri hep aynı şeyi söylüyor aslında. Bu anlamda, bir değişim ya da birilerinin iddia ettiği gibi “döneklik” söz konusu değil. Zamanında “Dönek Türküsü”nü söylemiş, her konserinde bu şarkıyı ısrarla tekrarlayan birinin dönebileceği ihtimali çok da mümkün görünmüyor. Varsın birileri onu kıt akıllarıyla eleştirsin, defterden silsin. Ben kendi adıma onu dinlemeye devam edeceğim.
Yazının sonunu Timur Selçuk getirsin: “[“1 Mayıs”, “Nereye Payidar”, “Türkiye İşçi Sınıfına Selam” gibi] şarkıları düşünmeden dinlerseniz, onlar eşliğinde slogan atarsanız sadece boşalırsınız. ‘Slogan atmayın çocuklar, o enerji boşalmasın, biriktirin onu ve dışarıya saklayın’ diye diye dilimde tüy bitti. Olmadı. Dışarıya dolu dolu çıkması gerekiyor insanların, içindeki öfkeyi sloganla boşaltırsan olmaz.”
Timur Selçuk’tan çok şey öğrendik. Şimdi öğrendiklerimizi anlatma ve uygulama vakti. En büyük talihsizliği Türkiye’de doğmuş olmak ama bu bizim için iyi: Talihsizliği, talihimiz. Şu cümleyi sağlığında ona söyledim, burada bir kere daha tekrarlayayım: Bize kattığınız her şey için teşekkürler usta.