Mafya, devlet, siyaset üçgeninde dönen dolaplar, işlenen ve cezasız bırakılan suçlar, harcanan insanlar, çökülen mallar, ideolojik kılıflara sokularak meşrulaştırılan ulusal veya uluslararası kirli ilişkiler, uyuşturucu baronlarına bilgi satan polisler, tacirlerden rüşvet alan hâkim-savcılar, onlara yardımcı olan siyasetçiler… Sedat Peker’in itirafları, iddiaları, tehditleri, aba altından gösterdiği sopalar tüm bu kirli ilişkilere dair elinde tuttuğu bilgilere dayanıyor.
Gazeteci Timur Soykan, Peker’in itiraflarından çok önce yayınladığı Baronlar Savaşı’nda Afganistan-İran-Türkiye üzerinden Balkanlar'a ve Avrupa’ya uzanan eroin ticaret hattının Türkiye’deki siyasette, yargıda, bürokraside yarattığı yozlaşmayı, suçları belgeleriyle ortaya koymuştu. Fakat Peker’in açıklamalarıyla birlikte yeni ve çok daha devasa bir para kaynağı olan Güney Amerika-Türkiye-Ortadoğu kokain hattı tekrar gündeme geldi.
2017 yılından itibaren Avrupa polisinin birer birer çökertmeye başladığı kokain şebekelerinin Türkiye’ye yöneldiğini ve bu yeni hattaki paranın eroininkinden de korkunç bir kirlilik yaratabileceğini söyleyen Soykan’la mafya-devlet-siyaset ilişkilerinin geldiği noktayı ve Sedat Peker’in iddialarını konuştuk.
“Baronlar Savaşı” kitabınızda uluslararası eroin ticareti baronlarından olduğu iddia edilen, sonradan Türkiye vatandaşı olan İranlı Naci Şerifi Zindaşti ile daha sonra hasım olduğu Erzurumlu Ünğan kardeşler ve çeperlerindeki isimler arasında yürüyen savaşta yargıdan siyasete, narkotikten mafyaya uzanan korkunç bir ağı anlatıyorsunuz. Uluslararası uyuşturucu ticaretinin Türkiye ayağına dair bir tür özet de sunan bu hikâyeye bakarak Sedat Peker’in son dönem itiraflarını nereye koyabiliriz?
Haziran 2014’te Yunanistan’da Türkiye uzantılı 2.1 tonluk uyuşturucunun yakalanması, bir zamanlar beraber iş yapan eroin baronları arasında bir savaşı tetikledi. Bu savaşta karşılıklı olarak çok sayıda cinayet işlendi. Bu baronlar aynı zamanda yargı üzerinden de birbirleriyle mücadeleye giriştiler. Karşılıklı olarak birbirleri hakkında iddialarda, ihbarlarda bulundular. Bu sayede etrafa çok sayıda bilgi ve belge saçıldı. Biz de bu belgeler üzerinden uluslararası uyuşturucu trafiğinin Türkiye’deki aktörlerine ve bu aktörlerin yargıdaki, siyasetteki, polisteki uzantılarına dair bilgiler elde ettik. Tüm bunlar Peker’in açıklamalarından önce de bize bir tablo sunuyordu zaten.
Nasıl bir tabloydu bu?
Zindaşti olayı üzerinden şekillenen tablo, Türkiye’den geçen eroinin devlette, bürokraside yarattığı kirliliği ortaya koyuyordu. Cumhurbaşkanlığı sarayından bir ismin, Burhan Kuzu’nun, Zindaşti’nin tahliye edilmesi konusunda birden fazla hâkim ve savcıyı aradığı, bir savcının uyuşturucusu yakalanan kişiler adına başka bir savcıya rüşvet teklif ettiği, profesyonel tetikçilerce işlenen cinayetlerin takipsiz bırakıldığı bu süreç belgeleriyle ortaya çıktı.
Bu ilişki ağı yeni miydi?
Değil. Dünyadaki eroinin yüzde 90’ı Afganistan’da üretilip İran üzerinden Türkiye’ye, buradan da Balkanlara ve Avrupa’ya taşınıyor. Nitekim tüm dünyada yıllık yakalanan eroinin yüzde 60’ı bu hatta ele geçiriliyor. Dünyada yılda en çok eroinin yakalandığı ülke, 25 tonla İran, ikinci ülke ise yıllık yaklaşık 20 tonla Türkiye.
Peki üretilip de ele geçirilemeyen eroinin miktarına dair bir bilgi var mı?
Çeşitli istihbaratlara, içeriden alınan bilgilere dayanılarak varılan sonuca göre yakalanan eroin, kaçırılanın sadece yüzde 10’u civarında. Türkiye’de her yıl yaklaşık 20 ton eroin yakalanıyor. Bu da 180 tonun yakalanamadığı anlamına geliyor. Bu trafiğin sadece Türkiye ayağında ortaya çıkan parasal karşılık da yaklaşık 150 milyar TL. Bu, ülkenin sanayi kuruluşlarının çok üzerinde bir parasal değer. Örneğin TÜPRAŞ’ın parasal değeri bile 50 milyar TL civarında olduğunu düşündüğümüzde bu akılalmaz bir para. Europol verilerine göre Avrupa’da uyuşturucu pazarı yıllık en az 30 milyar Avro. Afganistan’da uyuşturucu ticaretinden yıllık 700-800 milyon dolar gelir elde ediliyor. Türkiye ve İran’daki suç örgütlerinin yıllık geliri en az 5 milyar dolar. Dolayısıyla ortada böylesi bir para olunca, yarattığı kirlilik de aynı oranda oluyor.
Bu ticaretin tarihsel arka planı nereye kadar uzanıyor?
1960’lardan itibaren uyuşturucu kaçakçılığı sürekli artarak devam ediyor. Türkiye merkezli suç örgütleri bu ticarette büyük rol oynadı. Bunların arasında Kürt grupları var, Türk grupları var, kendi aralarında geçişkenlikler var. Afganistan’dan getirilen uyuşturucunun işlenmesi için Türkiye’de yasadışı laboratuvarlar da kuruldu. Çünkü uyuşturucunun eroin haline getirilmesi için çeşitli kimyasal işlemlerden geçirilmesi gerekiyor ve bu işlemler Türkiye’de yapılıyordu. Söz konusu kimyasallar çoğunlukla Avrupa’dan getiriliyor.
Bu kimyasallar yasak değil mi?
Bildirimi zorunlu ve belli bir oranda satılabilen kimyasallar bunlar. O yüzden bunların getirilmesi için de batıdan doğuya doğru ayrı bir kaçakçılık ağı var. Bu kimyasalların Hollanda’da, Balkanlar'da üretim alanları bulunuyor. Kaçakçılar bu kimyasalları Türkiye gibi ülkeler üzerinden afyonun bulunduğu bölgeye taşıyor. Türkiye’de her yıl eroin üretiminde kullanılan tonlarca kimyasal yakalanıyor. Mesela 2018 yılında 38 ton asetik antihidrit ele geçirildi. Avrupa’ya yönelik uyuşturucu kaçakçılığının büyük kısmını Türkiye merkezli suç örgütleri elinde tutuyor.
Peki bunca para sadece suç örgütlerinin ağı içinde mi kalıyor?
Kanıtlanmış olmasa da bu ağların bir şekilde devletlerle de ilişkili olduğu veya bu organizasyonlara bir şekilde yol verildiği iddiaları hep var. “Baronlar Savaşı” kitabını yazarken, daha önce eroin ticareti yapmış ama artık bunu bıraktığını söyleyen bir kişiyle konuşmuştum. Onun söylediğine göre bu ticaretten en fazla para kazananlar, “yolu olanlardır.”
Ne demek bu?
Yani rüşvetle sınır kapılarında, bürokraside, yerel güvenlik teşkilatlarında belli bir ağ oluşturmuş olan yapılar, şebekeler uyuşturucu ticaretinden astronomik paralar kazanıyor. Ayrıca uyuşturucuyu tek tek baronların taşımadığını, bunun genelde bir tür konsorsiyumlar üzerinden yürüdüğünü unutmamak gerekiyor. Genelde uyuşturucuyu merkezden belli kişiler alıyor ve Türkiye’deki çok sayıda baron bunlardan paylar satın alıp ortak oluyor. Bu da milyonlarca dolarlık “yatırım” anlamına geliyor. Daha sonra bu uyuşturucunun Avrupa’ya sevk edilme süreci başlıyor. Uyuşturucunun sevki sürecinde çok çeşitli mekanizmalarda korkunç bir kirlilik oluşuyor. Çünkü baronlar hem ticaret ağlarını hem de kendilerini korumak için, inanılmaz rüşvetler dağıtıyorlar. Keza dağıtılan rüşvetten pay almak için de bu ağlara yanaşan devlet içindeki unsurlar oluyor. Baronlara bilgi satanlar, operasyonlardan onları haberdar edenler veya yargı içinde onlara kolaylık sağlayanlar astronomik paralara boğuluyorlar.
Uyuşturucu ticaretinde devletlerin de rolü olduğuna dair iddialar, devlet içinde bu suça bulaşan unsurlara atfen mi dile getiriliyor?
Bu konuda net bir şey söylemek mümkün değil. Örneğin İran’da uyuşturucu ticaretinin cezası idam ve adamlar yakalandıklarında hakikaten idam da ediliyorlar. Buna rağmen bu ticaret istikrarlı bir biçimde sürdürülüyor. Devletlerin doğrudan bu suça bulaştığını söyleyebilecek durumda değiliz. Fakat yakın zamanda Türkiye’de iki İranlının öldürülmesi bu konuda dolaylı da olsa bir bağ kurmaya kapı aralıyor.
Kimdi bu iki İranlı, kimler tarafından öldürüldüler?
29 Nisan 2017 tarihinde İstanbul-Maslak’ta, İran rejimine muhalif yayınlar yapan Saeed Karimian ile ortağı Muhammet Mer-alMutairi akşam saatlerinde önleri kesilerek öldürüldü. İran rejiminin Karimian’dan, rejim karşıtı yayınlarından çok rahatsız olduğu biliniyor. Hatta bu yüzden gıyaben altı yıl hapis cezasına da çarptırılmıştı. Yine 14 Kasım 2019 tarihinde, İstanbul-Şişli’de 33 yaşındaki İranlı Masoud Molavi Vardanjani öldürüldü. Vardanjani İran Savunma Bakanlığı’na bağlı Siber Savunma Karargâhı’nda görevliyken 2018 yılında Türkiye’ye kaçtı ve burada İran karşıtı yayınlar yapmaya başladı. Bu iki cinayette de İran asıllı eroin baronu olduğu iddia edilen Zindaşti bağlantısının tespit edildiği öne sürülüyor.
Yani?
Yanisi şu: Eroin ticaretini idamla cezalandıran İran, eroin baronu olan bir kişi üzerinden mi iki muhalifini Türkiye’de ortadan kaldırdı? Vardanjani cinayeti üzerine soruşturma yürüten Türk polisinin elde ettiği bilgilere göre Zindaşti’nin İranlı diplomatlarla ilişki içinde, kendi adamları üzerinden bu suikastı yaptırdığı iddia ediliyor. Maslak’taki cinayetin faillerinden birinin, keşif yapan kişinin Zindaşti’nin en yakın adamlarından biri olduğu söyleniyor. Velhasıl İran’ın Türkiye’deki faaliyetlerinde Zindaşti’yi kullandığı yönünde iddialar var.
Dolayısıyla İran gibi devletlerin, kendi muhaliflerine karşı eroin baronlarını kullandıkları ve onların faaliyetlerine göz yumdukları söylenebilir mi?
En azından Zindaşti’ye yönelik iddialar bunu gösteriyor. Öte yandan Türkiye ayağında, uyuşturucu kaçakçısı Zindaşti ile Ünğan kardeşler arasındaki çatışmada bir polis memurunun taraflardan birine bilgi sızdırdığı ortaya çıktı. Yani öldürülecek kişinin adreslerini, kamera kayıtlarını, hangi saatte nereden geçtiklerine dair bilgileri polis memuru Zindaşti’nin adamlarına aktarıyor. Bunlar WhatsApp kayıtlarından ortaya çıktı. Yani bir polis memuru, cinayet işleyecek bir suç grubuna bilgi satıyor. O polis şu anda tutuksuz yargılanıyor.
Bu tabloya, Sedat Peker’in iddiaları üzerinden bakınca nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
Aslında tablo çok farklı değil. Sedat Peker de itiraflarında Kürt iş adamlarının kendilerine “PKK’nin finansörü” olarak sunulduğunu ama aslında Ağar’la ortak iş yaptıklarını, onlardan sürekli para aldığını ve siyasi hedefleri olan Ağar’ın “geçmişini temizlemek için” bunları hedef aldığını iddia ediyor. Susurluk Kazası sonrası hazırlanan raporlar ve ortaya çıkan veriler de devlet görevlilerinin uyuşturucu işine bulaştıklarına dair çok önemli bilgiler içeriyor. Örneğin çok önemli bir uyuşturucu baronu olan Hüseyin Baybaşin de daha sonra bu ilişkileri ortaya koyan, operasyonlar hakkında kendilerine önceden bilgi sızdırıldığına yönelik açıklamalar yapıyor. Susurluk Raporu’nda ortaya konan bilgilerin izi sürülseydi belki bugün böylesi bir karanlığı yaşamıyor olurduk.
1990’ların ortasından itibaren Afganistan-İran-Türkiye hattındaki eroin ticaretinin aktörü olan Kürt baronların tasfiye edilip bu hattın başka kesimlere, gruplara sunulduğu yönünde iddialar duyarız hep. Bu iddialar doğru mu?
Gözlemlediğim kadarıyla bu ticari ağda kimin Kürt veya Türk olduğu çok farketmiyor. Siyaseten asla yan yana gelmeyeceğini düşündüğümüz insanlar, gruplar bu ticarette beraber iş yürütebiliyorlar. Çünkü bu işte belirleyici olan motivasyon kazanılacak para. Örneğin 14 Ocak 1994'te şoförüyle birlikte kaçırıldıktan sonra cesedi Sapanca yakınlarında bulunan Diyarbakırlı Behçet Cantürk, ilk zamanlarda bir Karadenizliyle iş yapıyordu. Fakat Sedat Peker’in Kürt iş adamlarının öldürülme gerekçesi olarak sunduğu argümana, yani bu insanların aslında Ağar’ın geçmişini temizleme çabası sonucu öldürüldüğü iddiasına kuşkuyla yaklaşmak gerekiyor. Bu çok boyutlu bir mesele. Bir yandan uyuşturucu ticaretinin aktörlerinin değiştirilmesi, parayı kazananların değiştirilmesi hedefi olsa da ortada ideolojik-politik motivasyonlar da var. Dahası, 1990’lardaki cinayetler silsilesinde bir devlet kararı olduğu da aşikâr. Ayrıca o dönemde sadece Kürt iş adamları değil, aynı zamanda Musa Anter başta olmak üzere çok sayıda gazeteci, insan hakları savunucusu, politik aktör de öldürüldü.
Şimdiye kadar hep Afganistan-İran-Türkiye hattında, doğudan batıya doğru bir eroin ticaretinden söz ediliyordu ama Peker’in itirafları ve ortaya çıkan çeşitli gerçekler, deniz yoluyla Latin Amerika’ya, Kolombiya’ya, Venezuela’ya uzanan, batıdan Türkiye ve Ortadoğu’ya doğru devasa bir kokain ticaretinin giderek baskın hale geldiğini gösteriyor. Bu yeni bir uyuşturucu ticaret yolu anlamına mı geliyor, yoksa eskiden beri böyle bir hat da var mıydı?
Bu nispeten yeni bir ağ gibi görünüyor. Kokainin Türkiye üzerinden geçişindeki yoğunlaşma 2010 yılından beri başlıyor ama 2017 yılından itibaren çok ciddi bir ivme kazanıyor. Türkiye’de yılda ortalama 20 ton eroin yakalanırken, kokainin yakalanma oranı, 2017 yılından itibaren çok ciddi bir artış olmasına rağmen narkotik raporlarına göre ortalama 1,5 ton. Varış noktası Türkiye olan ve 9 Haziran 2020 tarihinde, yani bir yıl önce Kolombiya’da yakalanan kokainin 5 ton olması bu açıdan da çok büyük bir olaydır. Düşünün, yılda 1,5 ton kokainin yakalandığı bir ülkeye, tek sevkiyatta 5 ton getirilmeye çalışılmış. Ayrıca Türkiye’ye gelen kokainin miktarının da tahmin edildiğinin çok daha ötesinde olduğunu gösteriyor bu olay. Sedat Peker’in açıklamalarından önce de bizler “5 ton kokain neden Türkiye’ye gelir” diye sorup duruyorduk.
Ve bu konuda herhangi bir malumat elde edebildiniz mi?
Aradan bir yıl geçtiği halde bu konuda devletten doğru dürüst bir açıklama gelmedi. Fakat yakalanan bu yüklü miktardaki kokain, yeni bir rotanın oluşturulduğunu gösteriyor. Avrupa’ya taşınan kokain için Türkiye rotasının kullanılmasının da bir nedeni var. Güney Amerikalı kartellerin, Hollanda ve Belçika’daki limanları bir uyuşturucu köprüsüne dönüştürdükleri yıllardır biliniyordu. Bunun da kendisindeki bu kaçakçılık trafiğini azaltmak isteyen ABD’nin yönlendirmesiyle gerçekleştiği iddia edilir. Ayrıca Avrupa da zaten kokain kartelleri için çok çok büyük bir pazar. Fakat 2017 yılından itibaren Avrupa polisi peş peşe tonlarca kokaini yakalamaya, bu konuda çok büyük operasyonlar yapmaya başladı.
Daha önce neden bu kadar kokain yakalanmıyordu?
Çünkü Avrupa polisi, yerel suç örgütlerinin kendi aralarındaki yazışma ağını çözdü. Baronlar Savaşı’nı incelerken ben de yakalanan herkesin üzerinden Blackberry marka telefon çıktığını görmüştüm. Uydu bağlantılı bu telefonlardan yapılan görüşmeler dinlenemiyor, mesajlaşmalar takip edilemiyor. Avrupa polisi de kaçakçıların iletişim sistemini ortaya çıkarıp yazılımın şifrelerini kırmayı başardı. Bunun sonucunda bir milyara yakın mesajlaşmanın ortaya çıktığı ve tonlarca kokainin böylece yakalandığı anlaşıldı. Avrupa’da bu ağ büyük darbe alınca, kokain baronları Türkiye ve Balkanlar'a yöneldi. Türkiye’de zaten bir eroin kaçakçılığı hattı ve bunun etrafında örülmüş, bürokrasiye kadar uzanan hazır bir ağ var. Güney Amerika’dan gelen kokainin de bu ağa eklemlendiği ve buradan Avrupa ile Ortadoğu’ya doğru yeni hatlar oluşturulduğu anlaşılıyor. Fakat Kolombiya’da yakalanan 5 tona yakın kokain konusunda Türkiye devletinin derin sessizliği çok ciddi şüpheler yaratıyor.
Ne gibi şüpheler?
Milyonlarca dolarlık bir para kaynağından söz ediyoruz ve bu kokainin alıcılarına dair incelemenin havada kalması, Türkiye’nin aylarca bu konuda bilgi vermemesi, sessiz kalması normal değil. Ancak Sedat Peker iddialarda bulununca İçişleri Bakanı çıktığı TV programında bu konuda bir şeyler söyledi. Kokainin Ambarlı Limanı’na geleceğini söyledi ilk önce. Fakat bunun da yanlış bilgi olduğu, esasen Mersin Limanı’na gittiği ortaya çıktı. Nihayet Haber Türk’te katıldığı programda Soylu, bu konuda bir soruşturma olduğunu açıkladı. Umarım öyledir. Çünkü bu yeni ağ ortaya çıkarılmazsa, kokain ticareti üzerinden akan paranın nasıl bir korkunç tablo yarattığını Meksika’dan, Kolombiya’dan biliyoruz.
Bir yazınızda Haziran 2020’de Kolombiya’da yakalanan 5 ton kokainden sonra, Ağustos’ta da Kocaeli Dilovası Limanı’nda ele geçirilen 540 kilo kokainden bahsetmiştiniz. Piyasa değeri 216 milyon lira olan o kokain de bu ağın bir parçası mıydı?
O çok enteresan bir olay. Çünkü Dilovası’ndaki konteyner önce indirilip inceleniyor ve “temiz” diye tutanak tutuluyor. Ki konteyner içindeki bunca kokainin ilk incelemede bulunmaması imkânsız. Bu ayrıca uyuşturucunun nasıl bağlantılarla taşındığını da ortaya koyduğu için önemli. Fakat bununla ilgili ihbar devam edince, gümrükte görevli Kocaeli Bölge Müdür Vekili Mehmet Ali Arslan ikinci bir arama yaptırıp kokaini yakalıyor. Aradan on ay geçtiği halde bu uyuşturucunun sahibinin kim olduğuna dair de ortada net bir bilgi yok.
Söz konusu kokaini yakalayan müdür vekili Arslan’ın daha sonra bir biçimde tenzili rütbeye uğradığını söylüyorsunuz yazınızda…
Evet, Sözcü Gazetesi’nden Serpil Yılmaz bunu ortaya çıkardı. Bu konuda da yaptığım görüşmelerde, Arslan’ın müdür vekilliğinden alınmasının bu olaya bağlandığını söylüyor haber kaynakları.
Peker’in gazeteci Kutlu Adalı cinayetiyle ilgili ifşaatıyla birlikte mafya ve derin devletin Kıbrıs ayağı ile iç savaş yaşayan Suriye bir kez daha gündeme geldi. Kıbrıs ve Suriye bu tablo içinde nereye oturuyor?
1990’lı yıllardan beri, özellikle Susurluk Kazası sonrasında ortaya çıkan bilgilerle birlikte Kıbrıs’ın nasıl bir arka bahçe haline getirildiği daha net görülmeye başlandı. Fakat Peker’in iddialarıyla birlikte kokain ticaretine dair yeni bir rota oluşturulduğu ve bunun hem Kıbrıs hem de Suriye ayağı olduğu anlaşılıyor. Peker’in iddialarına bakılırsa, dünyada uyuşturucuya karşı en yetkili uluslararası birim olan ABD’nin Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi’nin (DEA) bile denetleyemediği Venezuela ve Suriye-Lazkiye limanı arasında yeni bir kokain rotası bulunuyor. Özellikle Ortadoğu’ya sevkiyatın buradan yapıldığı, Kıbrıs’ta da bunun finansal ayağının olduğu iddia ediliyor. İç savaş sonrasında Lazkiye’nin bu konuda önemli bir üs olduğuna dair Türkiye narkotiğinin de tespitleri var. Uyuşturucu Captagon hapının üretim ve ticaretinin de Suriye üzerinden yapıldığı biliniyor. Nitekim en son geçen ay Hatay Gümrük Muhafaza Kaçakçılık ve İstihbarat Müdürlüğünce İskenderun Limakport Limanı'nda bir tonu aşkın uyuşturucu hapın yakalanması da bunu teyit ediyor.
Bu haplar Türkiye’de mi satılıyor?
Bu hapların İskenderun’a getirilip oradan da Dubai’ye taşındığı yönünde rivayetler de var. Kıbrıs adasının hem kuzeyi hem de güneyi ise uyuşturucu ticaretinin parasal ayağının düzenlendiği bir bölge haline gelmiş durumda. Peker, daha önce yasadışı bahisle ilgili hakkında çeşitli iddianameler hazırlanmış olan KKTC’li bir ismi ve onunu üzerinden de Binali Yıldırım’ın oğlunu işaret ediyor. Yıldırım’ın oğlunun kumar tutkusu, kısa süre önce kumarda bir servet kaybettiği iddiaları konuşuluyordu. Peker çeşitli şantajlar nedeniyle de bu kişinin bahse konu ağa bir şekilde sokulduğunu iddia ediyor.
Sizce Sedat Peker kendi anlattığı hikâyelerin neresinde ve neden bu açıklamaları yapıyor?
Peker başından beri bu hikâyelerin içinde. Henüz 20’li yaşlarındayken 1996 tarihli Susurluk Raporu’nda da ismi geçen bir kişi. Peker o zamana kadar Kadıköy’de bir suç örgütünün lideri olarak bilinir ve çeşitli uyuşturucu satıcılarının öldürülmesiyle ismi anılırken Susurluk hadisesinde isminin geçmesi şaşırtıcıydı. Fakat daha o yaşlarda Tansu Çiller’le tanışıklığı, eşi Özer Çiller’le yakınlığı bulunan, evlerine misafir edilen, oradaki sohbetlere katılan bir isim olduğunu kendisi de anlatıyor. Memduh Bayraktaroğlu’nun “Çillerli Yıllarım” kitabında da Peker-Çiller ilişkisinden söz ediliyor. Fakat daha da ötesi Peker, “devlet adına” işlenen en az bir cinayet için kendisinden tetikçi istendiğini ve kardeşini bu iş için görevlendirdiğini itiraf ediyor. Son otuz yılın mafya-siyaset-devlet ilişkisine hem dâhil hem tanık olmuş bir kişinin itirafları bu açıdan hayati önem taşıyor. Peker özellikle son 6 yıldır bizzat AKP tarafından meşrulaştırılmaya çalışılan bir figür olarak sahneye sürüldü.
Neden Peker gibi bir karaktere ihtiyaç duyuldu peki?
Sadece AKP döneminde değil, öncesinde de bu tür kişiler ve gruplar devletin çeşitli işlerinde kullanıldılar. Bir sermaye değişimi, özelleştirme vs, olduğunda bu tür suç örgütleri kullanılır. Türkbank olayında mesela Alaattin Çakıcı-Korkmaz Yiğit’in telefon kayıtları ortaya çıkınca hükümet düşmüştü. Çünkü Türkbank ihalesine başka kimsenin girmemesini Çakıcı’nın sağladığı söyleniyordu. Keza 1990’larda o dönemin bir bakanının bizzat Çakıcı’ya “takiptesin, kaç” dediği bilinir. Dolayısıyla bu tip yapılar devletten bağımsız değil, bizatihi devletin merkezinde yer alıyorlar. Bunun da kökeni, Soğuk Savaş dönemindeki Gladio’ya, anti-komünist faaliyet yürüten yapılara kadar gidiyor. AKP döneminde de özellikle 15 Temmuz sonrasında hem sermaye değişimlerinde, büyük özelleştirmelerde etkili olmaları, hukuk dışı yöntemlerin aracı olmaları için bu suç örgütleri kullanıldılar, desteklendiler. Sedat Peker öyle boşu boşuna mitingler yapıp insanları tehdit etmiyor, onun doğum günleri iktidar yanlısı TV’lerin sabah programlarında öylesine kutlanmıyordu. Özgür Suriye Ordusu’na “hayırsever iş adamı olduğu için” araçlar, çelik yelekler bağışlamıyordu. Ortada bir şiddet örgütünün sokakta, istihbaratta veya çeşitli alanlarda kullanılması projesi vardı.
Böyle bir proje varken neden Peker tasfiye edildi peki?
En güçlü teori Alaattin Çakıcı’yla aralarındaki çatışma. Bu çatışma hep vardı, çünkü bu grupların alan hakimiyeti üzerinden yürüyen bir rekabeti söz konusu. Çakıcı hapisten çıkınca da Peker’in tasfiyesinin gündeme geldiği düşünülüyor. Fakat Peker devlet içinde o kadar ciddi bir konumda ki, bırakın çakarlı arabaları, korumaları filan, kendisi hakkında yürütülen bir soruşturmadan haberdar ediliyor ve ülkeyi terk ediyor. Bir başka iddia ise, bir dönem dünyanın en zengin kişileri arasına giren Azeri işadamı Mübariz Mansimov’u koruduğu için Peker’in hem devlet içindeki belli güçler hem de Ağar ve ekibi tarafından hedef haline getirildiği yönünde.
İktidarı sarsan açıklamalar yapan Peker nasıl oldu Balkanlar'dayken yakalanıp Türkiye’ye getirilemedi?
Anlıyoruz ki Peker’i almak için gerçekten de çok ciddi çalışmalar yapılmış ama bir şekilde elden kaçırılmış. Oysa hakkında tutuklama kararı bulunan Galip Öztürk, yıllardır bulunduğu Batum’da böyle bir operasyonla hiç karşılaşmadı. Hatta Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Hidayet Türkoğlu’nun onunla Batum’da çektirdiği fotoğraflar ortaya çıktı. Peker’in konuşacağının bilindiğini, büyük bir tehdit oluşturduğunu ve o yüzden alınmak istendiğini düşünüyorum. Hatta bizzat kendi iddiasına göre onu almak için Fas’a İHA’lar teklif edilmiş. Fakat neticede başarısız olunuyor ve Peker kılpayı kurtuluyor. Neticede şu anda Peker, Ortadoğu’daki tüm kirli yolların açıldığı, tüm baronların bir şekilde bulunduğu Dubai’ye ulaşıyor. Peker’in bildikleri çok önemli. Çünkü özellikle başkanlık sistemine geçilip Fethullahçılar tasfiye edildikten sonra oluşan boşlukta yer kapan, güç alanı elde eden mafyalar, tarikatlar vs, siyasi iktidarla beraber yaptılar ne yaptılarsa.
Kitabınızda özellikle Zindaşti hadisesi bağlamında pek çok hâkim ve savcının rüşvete bulaştığını, hukuki olmayan kararların verildiğini, bu nedenle yargılananların olduğunu aktarıyorsunuz. Suç örgütlerinin yargı içindeki etkinliği rüşvet üzerinden kurulan bireysel ilişkilere mi dayanıyor, yoksa yargı sisteminin kendisinde bu anlamda da ciddi bir dejenerasyon mu var?
Türkiye’deki sistemin kendisi bu sorunun esas kaynağı. Yargının bu konudaki zaaflarını çok eski tarihlere kadar götürebiliyoruz. Fakat özellikle Fethullahçıların yargıdaki devasa örgütlenmesi üzerinden yürütülen kumpaslar, kendilerinden sonraki kirliliğe de kapıyı açtı. Fethullahçıların yargı içindeki örgütlenmesinin yarattığı kirlilik, kendileri tasfiye edilince ortadan kalkmadı. Yargının her şeye rağmen bir ölçüde de olsa kendisini koruyan yapısı Fethullahçıların örgütlenme sürecinde ortadan kaldırıldı ama onlar tasfiye edildikten sonra da bu koruyucu yapı yeniden tesis edilmedi. Sonuçta Fethullahçılardan boşalan alanlara tarikatlar, çeşitli gruplar, yapılar el attı. Dolayısıyla son derece doğal olarak şu anda Türkiye’de yargı, cumhuriyet tarihinin en dip dönemini yaşıyor. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi sayısız örnekten, yargının nasıl siyasi talimatlarla hareket ettiğini, siyasi iktidarın sopası olarak nasıl kullanıldığını zaten görüyor, biliyoruz. Ama uyuşturucu ağına karşı yargının zaafiyeti, belgelerle ortada duruyor.
Neye dayanarak söylüyorsunuz bunu?
Baronlar Savaşı kitabında da anlattığım gibi, uyuşturucu ticareti yapanlar yakalanıyor, yargılanıyor ama bir bakıyorsunuz ki savcılıktaki soruşturma evrakları bir Zindaşti’de çıkıyor, bir Ünğan’da çıkıyor… Bu evraklar satılıyor yani! Sırf Zindaşti’nin tahliye edilmesi de bu ülkenin, bu yargının en büyük skandallarından biridir. Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndan hakimler ve savcılar aranıp Zindaşti’yle ilgili ne yapmaları gerektiği söyleniyor. Neticede tahliye kararı veren hâkim hakkında 3,5 milyon dolar rüşvet aldığı iddiasıyla dava açılıyor. Erzurum’da 1,5 ton eroin yakalanıyor ve bir savcı, soruşturmayı yürüten savcıya “kaç milyon dolar istiyorsan verecekler, şu dosyayı göster bize” diyor! “Yahu herkes bunu yapıyor, sistem böyle işliyor, sen de al milyon dolarını, rahatına bak” diyor. Artık mahkeme kararlarının bile satın alındığına dair çok ciddi iddialar söz konusu. Ben bugün çıkıp “şu suçu işledim” dediğimde anında harekete geçecek olan yargı, Peker’in bangır bangır bağırdığı iddialar karşısında kılını kıpırdatmıyor ki, bu da her şeyin özeti aslında. Keza bir milletvekilinin Peker’den aylık 10 bin dolar rüşvet aldığını bizzat İçişleri Bakanı açıklıyor ama bu konuda bile bir soruşturma başlatılmıyor. Yargı harekete geçmediği her saniye, bu suçlara ortaklık ediyor. Ayrıca Peker’in her açıklamasında büyük yargı skandallarına işaret ediliyor. Sistemdeki çarpıklıklar kadar, uyuşturucudan gelen büyük paranın yarattığı kirlilik bu vahameti daha da büyütüyor. Uyuşturucu devletin damarlarında geziyor ve bağımlılık yaratıyor.
Ama yakalanan tonlarca uyuşturucu, devletin buna karşı ciddi bir mücadele yürüttüğünü göstermiyor mu?
Kesinlikle öyle. Türkiye narkotiğinde çok idealist polis var ve bunlar gece-gündüz çalışıyorlar. Fakat baronlar bir biçimde en kilit noktaları tuttuğunda, narkotikteki idealizmin, çabanın bir anlamı kalmıyor. Bazen uyuşturucu yakalanıyor, ertesi gün tak diye adam serbest kalıyor. İnanılmaz şeyler oluyor. Sadece Galip Öztürk olayına baksak bile bunu görürüz. Adam müebbet hapis cezası alıyor, cezası kesinleşiyor ama adam hakkında yeniden yargılama kararı çıkarılıyor, bu arada yurtdışına kaçıyor ve ondan sonra tekrar müebbet hapis cezası veriliyor! Sezgin Baran Korkmaz hakeza. Mahkeme kararı değiştirilerek yurtdışına kaçması sağlandı, adam kaçtıktan sonra mahkeme kararı tekrar suçlama yönünde değiştirildi. Polisin, savcının her türlü delili toplayıp hazırladığı dosyalar var ama yıllarca tozlu raflarda tutuluyor. Buna benzer çok fazla olay var. Neticede insanlar vergileriyle, emekleriyle var ettikleri ülkelerinin kendileri için nasıl güvencesiz hale getirildiğini, büyük çıkar grupları açısından ise nasıl bir korunağa dönüştürüldüğünü çaresizce izliyorlar.
Sizce bu süreç nereye varır?
Bugün yargı harekete geçmese de Peker’in iddialarının izi sürülmese de bu sarsıntı devam edecektir. Nasıl ki 1990’lardaki skandallarla hesaplaşılmadığı için onların izi bugüne kadar geldiyse, bugünküler de yarına uzanacaktır. Mafya, devlet, siyaset üçgenindeki bu kirlilik temizlenmediği sürece kendiliğinden silinmez. Ayrıca siyasi iktidarın aktörleri de bu işi sümenaltı etmeye çalışarak tüm sürece ortak olduğu için, tıpkı Çiller ve ekibi gibi, gelecekte hep bununla anılacaklar. Susurluk skandalı o dönem merkez sağı ciddi bir biçimde sarsmış ve bunun üzerine AKP gibi bir siyasi yapı yükselmişti. Bu tür skandallar siyaseten çok ciddi dönüşümler yaratır. Sedat Peker’in açıklamalarıyla daha da görünür hale gelen mevcut çürümüşlüğün de ciddi siyasi dönüşümler yaratacağını düşünüyorum.