2023 yılında yapılacak seçimler, Türkiye’de siyasi rejimin atlayacağı en kritik eşik. Lafzen bunda herkes hemfikir, mevcut rejimin sahipleri de muhalefet de ortasından yarılmış toplum da. Yani yeni bir şeyler olacak, kim kazanırsa kazansın yeni bir şeyler... Herkesin beklentisi bu. Bugüne kadar aşılabilen eşikler aşıldı; seçimler ve halkoylamaları eşikleri atlamak için sıçrama tahtası yapıldı.
Türkiye 2007 yılında değil; seçimlerin ardından hükümet kurmuş bir parti, politikalarını onaylatmak için ikinci defa seçmen karşısına çıkmıyor. Adım adım devleti ele geçirmiş, bürokrasisi anayasa dışı meşruiyete dayanan, meşruiyetinin kaynağını onlarca krizi kendinden menkul karizması ile yaratmış ve yönetmiş plebisiter diktatörlük içindeyiz. Seçmenden onay isteyecek olanlar, kurumsal sınırlarda görevler üstlenmiş hükümet üyeleri ve partinin gösterdiği adaylar olmayacak bu defa. Devletleşmiş, servet ve güç biriktirmiş bir uluslararası siyasi – ticari şebeke olacak. Bu şebeke adına oy isteyecek olanlar bölgelerine gidip çalışma yapacak milletvekili adayları ve parti teşkilatları değil, valiler, yargıçlar, İletişim Başkanlığı, havuzda biriken medya suretleri, binlerce işçiyi çalıştıran kamu ihalesi kayıtlıları, iktidarın nimetlerinden faydalanarak semirmiş, gümrükten mal geçirme yollarını bilen ağların başındakiler ve diplomatik teamüllerin dışında gerçekleşen yeni devletlerarası ilişkilerin öznesi çıkar sahipleri olacak. Dolayısıyla, 2023 yılında yapılacak seçimler, sadece, seçmenler tarafından yapılacak yirmi yılın muhasebesi olmayacak. Bir muhasebeden, olağan bir iktidarın iktidarını sürdürmesine ya da değiştirilmesine ilişkin verilecek karardan çok daha fazlası var önümüzde. Bu nedenle bir ‘geçiş’ten bahsediyoruz. Bu geçişin ne yönde olacağına değil, ama yol ayrımına nasıl gidileceğine ilişkin işaretleri iktidar cephesinden bakınca seçmek mümkün. Anayasa Mahkemesi’ne yapılan atamalar, sansür yasası, OHAL uygulamalarının fiili olarak sürdürülmesi, plebisiter desteği diri tutmak için terör-beka çemberi içinde kurgulanan yaygın düşman hukuku, bürokrasinin anayasa ve yasalara göre değil yeni rejimin meşruiyet dayanaklarına göre dizaynı ve bunların hepsini besleyen çıplak polis zoru ile cezasızlık. Bunun karşısında muhalefet cephesi işaret vermiyor. Bu yazıda açıkçası onunla ilgilenmeyeceğim, fakat belki muhalefetin kurumsal temsilcilerinin ilgilenmediği bir konuyu ele almak istiyorum. Parti-devlet, bu derece kıyıcı hale gelmiş, insanları canları, özgürlükleri ve geçimleriyle sınarken; bölüşüm ilişkilerinde en yoksulların payı cumhuriyet tarihi boyunca en keskin gerilemeyi yaşamışken topluma ne oldu sorusuna? Bu sorunun “siyasal” bir yanıtını bulmaya çalışacağım.
“Topluma ne oldu?” sorusunu retorik niteliğinden çıkarmak için belki de şöyle formüle etmeli: “toplumsal güçler, siyasal dinamikleri etkileyen çatışmanın tarafları nerede?” Kamu ihalesi kapatarak servet biriktirenleri, işçi canını alan yatırımlarla büyüyen, büyüdükçe hepimize ait mülklere el koyarak yer altında, yer üstünde para arayanların, onları teşvik eden ve jandarmalığını yapanların adlarını, simalarını biliyoruz. Peki çıkarları onların çıkarlarının karşısında olanlara ne oldu? En saf biçimiyle korktuğum soruyu sorayım, daha lise çağında ucuz ve daha kaliteli beslenme hakkı için benzerlerimle toplanıp müdüre hesap sorma kudretini kendimde gören bana ne oldu? Hangi nedenlerle geldiğimiz yol ayrımındaki pozisyonlara bakıp korku ve umut arasında savrulup duran bedenlere dönüştük, kudretimizi kim aldı?
TİRANLIK NASIL İŞLER?
Kudretimizi kim aldı? Topluma ne oldu sorusunu bu ekle düşünelim? Yanıtını siyaset felsefesinin derinliklerinde aramak meslekten bir çaba olarak çok güzel olurdu. Fakat mevcut düzenin sığlığı içinde yanıt o kadar berrak görünüyor ki iktidar yollarını aday tartışmalarında, hükümet sistemi değişikliklerinde, her gün bir sağcının gönlünü etmekle arayan sosyal demokrat muhalefet, kafasını oraya asla çevirmemiş olmalı. Kudretimizi elimizden alan sığlığa şöyle bir kafamızı çevirelim, en az iki bin beş yüz yıldır bildiğimiz tiranlığın kanımızı emen yöntemlerini göreceksiniz. Aile üyesi olsa sülalenin yüzde seksenini küstürecek kindarlıkta bencil bir reis ile akli melekeleri prompterda yazanı okuyamayacak derecede azalmış sığ bir devlet bekçisinin marifeti değil elbette bu sadece. Onların yolunu her eşikte açan muhalefetin de marifeti. Fakat bu marifetlerin sergilenme zemini olan el koyarak birikim rejiminin, 1980 sonrası demokrasisizleşmenin yarattığı sahneyi bir kültür bakanlığı müfettişi gözüyle incelemeden oyuncuların yeteneklerini takdir edemeyiz.
İnsanlar, güçleri oranında direnirler, güçlü hissettiklerinde karşı koyarlar. Siyasal topluluklar da böyledir. Kudret, birlikte hareket ederek kazanılır, umutlu duygular, geleceğe ilişkin inanç kudreti artırır. Yarın bir işi olacağını bilen insan daha iyi koşullar için greve çıkmakta zorlanmaz. Borç baskısıyla kudreti emilmemiş insan borçluya göre daha özgürdür. Uzak temsilcilerinin eline kendini teslim etmemiş yurttaş kendini daha güvende hisseder. Demokrasi, bu nedenle nötr değildir, halk çoğunluğu yararınadır, çünkü bunları sağlayacak kurumları yaratmıştır. Toplu pazarlık ve grev hakkı muktedir sermayedar karşısında işçi güçsüz kalmasın diyedir. İşçi sınıfı mücadelesiyle kazanılmıştır. Sermaye tarafından sürekli gündeme getirilen kıdem tazminatı hakkı işçiye kudret sağlar. Seçme ve seçilme hakkından kamu hizmetine girme hakkına kadar bütün siyasal haklar yurttaşın kendinden ayrışmış iktidarların karşısındaki değiştirme kudretinin kullanacağı araçlardır, yurttaş bu sayede çıplak hissetmez kendini, çıplak zor ile kendine saldıran kasklı ve kalkanlı güçler karşısında. Toplanma ve örgütlenme hakları, bire karşı çok ilkesinin gereğidir, benzerler toplanır ve taleplerini güçlendirirler. Kişinin onuruna saldırının en alçakçası işkence mutlak biçimde yasaktır. Modern demokrasi herkesin sandığı gibi bir uzlaşı rejimi değil, çatışma rejimidir; başarısı bu çatışmalardan kamu yararına sonuçların çıkacağı kurumların icat edilmesindedir. Başarısı halk çoklukları lehine, başarısızlığı da oligarşinin lehinedir. Oligarşi fırsat bulduğu anda bu kurumlara saldırır. Hakları törpüler, güçler dengesi uygunsa kullanımını durdurur.
TİRANLIĞIN SAHNESİ VE YILDIZ YETENEK
1980 sonrası sahne, önce askeri dikta sonra da sağcı iktidarlarca halkın kudretini adım adım emen bir küresel politikanın Türkiye sahnesiydi. Önce toplumsal güçlerin dinamiğini yaratan örgütlenmeler dağıtıldı. Soma’da, Ermenek’te, Zonguldak’ta, Bartın’da kim çıkıp da işçilerin ölümüne kader, fıtrat diyebilirdi güçlü bir işçi sınıfı örgütü olsa? Kim dalga geçer gibi cansız insan bedenlerini toprak altından çıkarmayı başarı olarak sunabilirdi?
Örgütlenmeler dağıtıldıktan sonra bu örgütlenmelerin yarattığı kudretle varlığını sürdüren haklar ortadan kaldırıldı, güvencesiz, esnek çalışma modelleri bu sayede dayatıldı. Sonra sonsuz sermaye birikiminin önündeki her bir engel itinayla geçildi. Özelleştirmeler, çevre koruma mevzuatının aşılarak kamu mülklerinin yağmaya açılması… Sahne bu. Bu sahnede marifetlerini sergileyenler, demokrasisizleşmeyi bütün dünyada takip eden kurumsuzlaştırma faaliyetini başarıyla yerine getirdiler. Muhtaca el uzatan babacan reis, onun gücünün yetmediği yerde kendini ortaya atarak krizlerin üstesinden gelen kahraman, kutsal amaçları için dünyaya kafa tutarken elbette Anayasa vs. takmayacak olan şef, önder. Tiran, toplumun kanını çekerek, dinamiğini emerek kudretimizi elimizden aldı. Anayasal haklarımızı kullanarak barışçıl bir biçimde çıktığımız sokaklar onun kutsal amaçlarına karşı görüldüğü için dayak yiyoruz, bu nedenle ölüm bizlere kader oluyor, bu nedenle bizler hapse girdiğimizde kader mahkûmu değil asla affedilmeyecek lanetliler oluyoruz. Çünkü bütün kindarlığı ve bencilliği ile hiçbir yeteneği olmayan bir adam var karşımızda; sıradan, aile üyemiz olsa evimize gelmesini pek istemeyeceğimiz, sürekli hakaret eden, giydiğimize, yediğimize içtiğimize karışan, itikadımızı sorgulayan, aşağılayan bir yaşlı adam… Bu sahnede bütün marifetlerini sergiledi. Başardı, yıldızlaştı. Devlet ile özdeşleşti. Devlet onun amacı ve varlığıyla özdeşleşecek şekilde ayarlandı. Halkın kudreti, iktisadi, siyasi ve çıplak zorla elinden alındı. İşte tiranlığın sığ düzeninin sahnesinde bunlar oldu. 2023 seçimlerine bu koşullarda gidiyoruz.
ASLAN SOSYAL DEMOKRAT HANGİ SAHNEDE?
Sosyal demokrat muhalefet ne alemde? İktidarın elini kolaylaştırmayın diye sokağa çıkmayın diyor, sansür yasası nasıl olsa geçer diye parlamentoya gitmiyor. İçimizde harekete geçirici, umutlu ve sevinçli ne kadar duygu varsa emerek tiranlığa payanda oluyor.
2023 seçimleri evet, bir kritik eşik. Bu eşik ancak halkın kudretini harekete geçirecek örgütlenmeler, program ve yaratılacak duyguyla demokrasi yönünde aşılabilir. Üç sağcı seçmene hoş görünerek değil, gerçeği ve geleceği adıyla çağırarak.