Son Cannes Film Festivalinde büyük bir sürpriz yaratarak en
büyük ödül olan Altın Palmiye’yi alan yönetmen Julia Ducournau’nun
ikinci uzun metrajlı filmi ‘Titane’, daha önce Claire
Denis (‘Trouble every day/2001’ veya Nicolas Winding Refn
(‘Neon demon/2016’) gibi bazı sinemacıların denediği, her
zaman tartışma yaratan, seyircileri fikir olarak ikiye bölen ancak
son kertede özellikle senaryo açısından hiç beklenmedik ‘yollara’
sapmasıyla ve kurduğu zalim, sert ve vurucu olay örgüsüyle
seyirciye daha önce nadiren karşılaştığı bir sinema deneyimi
yaşatan bir yapım…
‘Titane’ın bu kadar dikkat çekmesi ve takdir edilmesi
anlaşılabilir bir durum, çünkü Ducournau’nın filmi seyircilere
‘itici’ gelmek, hiçbir rahatsız edici olaydan kaçınmamak veya
onları ‘kabul edilebilir’ bir şekle sokmamak gibi riskleri göze
alarak ‘ana akımın’ tersine gidiyor. Bunu yaparken de
‘mekanik/organik bedenler arasındaki ilişkinin muğlaklaştığı',
modernliğin bu evresinde her ikisinin de bir şehvet nesnesine
dönüşmesi gibi konulara eğilen bir filme imza atıyor.
Ancak bizce yönetmenin bu cesur tutumu ve teknik olarak ‘parlak’
görünen yönetmenliği sadece (bilinçli olarak) rahatsız edici ve
itici bir sinema dili yaratmakla kalmıyor aynı zamanda ne yazık ki
filmin kendisini de geniş seyirci kitlesi için düpedüz ‘itici’
kılıyor!
Filmle ilgili düşüncelerimize geçmeden önce belirtmemiz gerekir
ki ‘Titane’ın konusundan ve olay örgüsünden birçok
sürprizi açığa çıkarmadan bahsetmek nerdeyse imkansız! Uyarmış
olalım!
6-7 yaşlarında olan Alexia ve babası arabada yolculuk ederken,
bir tartışma nedeniyle ciddi bir kaza geçirirler. Babası kazayı
‘hasarsız’ atlatırken kendisi için ağır bir ameliyat gerekir ve
kafatasının bir kısmına titan metalinden yapılmış bir plak konur.
Bu olaydan sonra anlaşılmaz bir şekilde metallere karşı bir
tutkuyla bağlanan Alexia, yetişkin yaşa gelince de meslek olarak
lüks araba fuarlarında modellik yapmaya başlar. Alexia son derece
tehlikeli ve dengesiz biri olmuştur ve kendisiyle yakınlaşmaya
çalışan herkesi, kuytu köşelerde öldürür. Kendisini yollara vuran
Alexia, bir seri cinayetten (!) sonra sokak ortasında bir itfaiye
şefi olan Vincent tarafından bulunur. Halen kaybolan oğlunun yasını
tutmakta olan Vincent Alexia’yı oğlu Adrien’ın yerine evlat edinir
ve onu herkese öyle tanıtır. Bu esnada Alexia’nın karnı garip bir
hamilelik görünümü almakta ve vücudundan sızan siyah sıvı endişenin
boyutunu arttırmaktadır.
İKİ ARZU NESNESİNİN MUĞLAKLAŞMASI…
‘Titane’ başkarakterini tanıtırken ve kurarken merak
ettiren ve kendi içinde tutarlı gözüken bir yol izliyor: Normalde
ağır bir kaza geçiren küçük bir kız bir daha arabaya binmeye bile
korkacakken, Alexia adeta kendi bedenine konan metal parçasını
kabul ederek diğer metallerle (ve dolayısıyla arabalarla da)
duygusal olduğu kadar tensel bir bağ kuruyor. Yetişkin yaşta
katıldığı araba şovlarında yaptığı seksi danslar sanki beklendiği
gibi erkek alıcıları satışa heveslendirmek için değil, bizzat
kendisinin arabayla yaptığı özel bir sevişme ‘akdi’ gibi
duruyor.
Genelde alıcıların gözünde satın alacakları pahalı, lüks bir
arabayı sunan güzel kadın bir ‘araç’ gibi duracakken burada bu iki
arzu nesnesi arasında kurulan paralelliğin yerine her iki bedenin
sınırının muğlaklaştığı bir evreye geçiliyor.
Belki de Alexia’nın filmde yer alan ‘gaddarca’ eylemleri ve öfke
patlamaları kendisini bu ‘erkek’ gözlerin tamamen dışında
tutmasından, kendini arabanın yanında değil, onunla ‘simbiyoz
halinde’ görmesinden kaynaklanıyor. Belki de bu özel olan ama
koşullar nedeniyle herkesin gözü önünde gerçekleşen ilişkiye
burnunu sokan insanların bu kadar sert bir şekilde cezalandırılması
ve öldürülmesi bununla açıklanabilir.
ALEXIA’NIN ADRIEN’E DÖNÜŞMESİ…
Aslında ‘Titane’ın eşelediği en önemli konulardan biri
de bir ‘cinsel kimlik’ meselesi. Bu ‘kimlik’ meselesi filmin,
davranışlarında aşırıya kaçan ve bir bakıma kendi sınırlarını
sonuna kadar zorlayan karakterlerinin sonuç olarak hangi ‘türe’ ait
oldukları hakkında sorgulamalarında ortaya çıkıyor.
Cinsel yönelimi hakkında fikir sahibi olduğumuz ama her iki
cinsiyeti de reddeden, hem duygusuz davranışları hem de canavarca
eylemleri nedeniyle kendisine karşı en ufak bir empati duygusu
kuramadığımız bu başkarakter giderek daha ‘androjin’, daha
‘cinsiyetsiz’ bir konuma gelirken, olaya müdahil olan ‘baskın’ bir
erkek karakterle hikaye başka sulara açılıyor.
Alexia’yı sorgusuz sualsiz ‘sahiplenen’ daha doğrusu evlat
edinen Vincent’ın gerçekten oğlunu bulduğuna inanıp inanmadığıyla
pek ilgilenmiyoruz. Hatta belli bir süre sonra umursamıyoruz
bile…
Çünkü film, bizi daha çok Alexia’nın bu yeni çevredeki
psikolojisine yöneltiyor. İşlediği birçok cinayete asla geri dönüp
bakmayan, giderek bu dünyadaki yerini sorgulayan Alexia, giderek
zaman zaman kendine zarar vermekten, vücudunda yeni yaralar açmaya
başlıyor. Ancak bu eylemler mazoşist bir şekilde sunulmuyor.
Bunların bazıları Alexia’nın düz mantıkla ve pratik amaçla
(tanınmamak için burnunu bile kırıyor!) ama daha önemlisi giderek
içinde ‘büyüyen’, babası bir araba(!) olan bebeğini daha iyi
tanıyabilmek için yaptığı eylemler gibi gösteriliyor. Ona kucak
açan Vincent da tamamen ayrı bir frekansta değil. Bu
organik/mekanik simbiyozuna içinde Alexia kadar bulaşmamış olsa da,
Vincent’ın gündelik yaptığı (aletli!) sporda kendini ne kadar
zorladığını, hareketleri başaramayınca inanılmaz derecede kızıp
üzüldüğünü ve her gün kendine fiziksel gücünü arttıracak iğneler
yaptığını görüyoruz.
PARALEL SOKAKLAR…
Oldukça uzun bir süre önce resmî anlamda ‘yedinci sanata’
paralel giden ‘sokaklar’ oluşmuştu. Bu ‘sokaklar’ ana akıma karşı
giden, belli bir içerikten yoksun gözüken farklı yapımları
içeriyordu: B movie’ler, korku filmleri, Japon animasyon filmleri
(özel örnekleri saymazsak), karate veya kung-fu filmleri vb.
1980’li yıllardan itibaren sinema sektöründekiler bu tür
filmlerde yeni bir ‘türü’ denemek ve kurmak için ideal bir alan
buldu. Bu tür arayışların amacı ne olursa olsun sonuç sadece
sinemayla olan ilişkimizi değil, sinemanın kendisini de
değiştirdi.
Kuşkusuz değindiği konuları daha önce ‘deşmiş’ Cronenberg
(‘Crash’, ‘Dead Ringers’..)gibi isimlerden etkilenmiş olan
Ducournau ve filmi ‘Titane’ bizce biraz bu ‘gidişe’ kurban gitmiş
gibi duruyor. Yönetmen, kuşkusuz değişik ve estetik gücü yüksek,
cam ve metalin buluşmasından oluşan soğuk, buz gibi bir ortam,
bazen ‘absürt’e varan şiddet sahneleriyle slasher-movie’leri
anımsatan bir tarzla adeta bir ‘mutant’ film yaratıyor. Ancak bizce
‘Titane’ görsel gücünü düşünsel tarafa döndürmeye çalışan, buna
rağmen bir Fransız sinema eleştirmenin dediği gibi: ‘Şık özünü
sahte kokan bir ‘şok’ film görüntüsüyle örtmeye çalışan bir
yapım…’