Tiyatro yönetmeni Şule Ateş: Tiyatro 2000'lere göre daha muhafazakâr

Pınar Göktaş, "Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur" oyununda, aşk filmlerindeki ‘mükemmel uyum’ fikriyle büyülenen bir kız çocuğunun aşkı arayışını ve cinselliği keşfedişini, kendi çocukluğu ve gençliği boyunca yaşadığı romantik ilişkiler üzerinden anlatıyor. Tiyatro yönetmeni, Cihangir Akademi’nin kurucusu Şule Ateş ve oyuncu Pınar Göktaş ile Cihangir Akademi'yi, ödeneksiz tiyatroyu ve “Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur”u konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Aşk filmlerindeki ‘mükemmel uyum’ fikriyle büyülenen bir kız çocuğunun aşkı arayışını ve cinselliği keşfedişini, kendi çocukluğu ve gençliği boyunca yaşadığı romantik ilişkiler üzerinden anlatan "Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur" oyunu, Pınar Göktaş’ın kaleminden çıkma. Aynı zamanda Göktaş’ın rol aldığı oyun, doksanlı yılların sonu ve iki binli yılların başına yayılan, dönemin popüler bir şarkıcısının kariyerinde yer alan şarkılarla da ilerleyen bir dramaturjiye sahip. Oyunun dramaturjisini ve yönetmenliğini Şule Ateş yapıyor.

Oyunu yönetmeni Şule Ateş ve hem yazarı hem de oyuncusu Pınar Göktaş ile konuştuk.

Şule Ateş

Kurucusu olduğunuz “Cihangir Akademi” nasıl ortaya çıktı?

Şule Ateş: Cihangir Akademi, çeşitli disiplinlerde etkinlikler yapmak üzere, 2016 yılında kurduğum bir marka. Her zaman kendi mekânım olsun istemiştim fakat biraz tesadüflerle gelişti. Uzun yıllardır Cihangir’de yaşıyorum. Cihangir Güzelleştirme Derneği üyesiyim. Yönetim Kurulu, derneğin Cihangir’deki mekânını kullanmama izin verdi. İki yıl boyunca bu mekânda, farklı disiplinlerde birçok etkinlik yaptım. Atölye, seminer, söyleşi, konser, sunum, okuma… Daha sonra ise Hikâye Anlatıcılığı ve Oyunculuk üzerine uzun süreli programlar tasarlamaya başladım.

Bu programlar yüksek lisans eğitimi içeriğine sahipler. Atölye ve seminerleri de sektördeki profesyonellerle ve akademisyenlerle yapıyorum. Bu özelliğiyle Cihangir Akademi'nin özel bir yeri olduğunu düşünüyorum bu atölye/kurs ortamında.

Asıl hedefim ise eğitim ve üretimi iç içe geçirmek. "Hikâyeciler ve Stanislavski’den Günümüze Oyunculuk Teknikleri" programlarını en az 8 aylık, hatta 12 aylık programlar olarak uygulamak ve eğitim süreci sonunda bu ekiplerle performanslar üretmek istiyorum. Bu programları tasarlama nedenim, aslında uzun vadede kendi oyuncu kadromu oluşturma isteği. Fakat kriz gündemi nedeniyle uzun süreli eğitimler zorluyor herkesi. Bu nedenle, geçen yaz beş oyuncuyu davet ederek, hikâye anlatıcılığı yöntemini kullanarak performans üretmek üzere çalışmaya başladım. Hikâye anlatıcısı, günümüz oyuncusundan farklı olarak sadece bir ‘yorumcu’ değil, aynı zamanda bir ‘yaratıcı’. Birilerinin daha önce yazdığı ya da yüz yıllardır anlatılan masalları, destanları aktarsa bile, onları ‘yeniden yazıyor’, içinde bulunduğu zamana ve mekâna göre, yeniden yorumluyor ve bunu seyircinin önünde ‘anlatarak’ yapıyor. Evinde oturup daktilo ya da bilgisayar başında yazdığı bir metni ezberleyip, seyirci karşısında oynamıyor. Bu özelliği nedeniyle de çok güncel ve performatif bir form aslında. Fakat elbette bu yaklaşımı benimseyip, taşıyabilecek oyuncu gerektiriyor.

Bunun üzerine çalışıyorum oyuncularla. Anlatmak istedikleri hikâyeyi seçiyorlar ve on-on beş dakikalık bir hikâye olarak anlatıyorlar. Sonra bu on beş dakikalık özet, Sahne üzerindeki doğaçlamalarla, imge, mekân ve karakter araştırmalarıyla giderek genişliyor ve sadece anlatarak, önce yarım saatlik, sonra bir saatlik bir anlatıya doğru şekilleniyor. Provada ortaya çıkan malzemeyi kağıda döküyor oyuncu. Böylece oyuncuyla birlikte bir sahne metni yazmış oluyoruz ya da şöyle diyeyim, ben oyuncunun bir sahne metni oluşturmasına kılavuzluk etmiş oluyorum. Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur, Cihangir Akademi’nin bu şekilde yaratılmış ilk prodüksiyonu oldu. İkincisi üzerine Tuğba Çelik’le halen çalışıyoruz. Onunla da, Dostoyevski’nin Budala romanındaki Nastasya Flippovna karakteri üzerine bir anlatı kuruyoruz.

'90'LAR VE 2000'LERE GÖRE TİYATRO DAHA MUHAFAZAKÂR BİR YERDE

Ödeneksiz tiyatro yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Şule Ateş: Az sayıdaki ödenekli kurum dışında tiyatro, Türkiye’de yüz yıldır ödeneksiz yapılıyor. Böyle bir pratiğimiz var. Her türlü zorluk bir şekilde aşılıyor ve tiyatro ‘yapılıyor’. Kültür Bakanlığı’nın Özel Tiyatrolara Destek programını anmaya bile gerek yok. Fakat uzmanlaşma, estetik billurlaşma, mükemmelleşme noktasına hiç varamıyoruz. Hep iki kalas bir heves, temel ihtiyaçlar noktasındayız. Her yeni kuşak, sıfırdan başlıyor, yoruluyor, bırakıyor. Arkadan gelen kuşak, yine sıfırdan başlıyor. Yerimizde sayıyoruz demeyeyim ama mehter adımlarıyla yürüyoruz.

Türkiye’de tiyatro uzun yıllardır aile işletmesi olarak yapılıyor. 1900’lerin başından 90’lara kadar özel tiyatromuz, neredeyse tümüyle aile işletmelerine dayanır. Hiçbir ödeneğin olmadığı bir durumda, ayakta kalabilmek için bulunmuş bir çözüm. 19. yy da Avrupa Tiyatrosu’nda da böyleydi. Fakat sonra, 20. yüzyıldan başlayarak, bağımsız tiyatroya artan destekle birlikte, topluluklar, gruplar, ‘company’ler ortaya çıkmaya başladı. Bunun aynı zamanda bir demokratikleşme süreci olduğunu düşünüyorum. Birey olarak sanatçı/tasarımcı kimliği ve kolektif üretim fikri böylece önem kazandı. Türkiye’de de 90’lar ve 2000’ler kolektif üretimin önem kazandığı, dans ve tiyatro ‘topluluklarının’ ortaya çıktığı yıllar oldu. Bu gruplar yeni bir pratikle geldiler. Türkiye için yeni bir estetik dil geliştirmeyi hedeflediler. 90’lar ve 2000’ler boyunca yeni bir dil, ‘alternatif bir ifade biçimi’ arayışı belirleyici oldu.

Fakat bugün, bulunduğumuz koşullarda, "her şeye rağmen tiyatro yapabiliyor olmak" kendi başına bir alternatif artık. 2010 sonrası ‘performatif estetik’ arayışı geri çekilmeye ve ‘bağımsız tiyatro’ canlanmaya başladı. Çok sayıda oyun çıkıyor, mekân açılıyor. Ne güzel. Fakat bunun niteliksel bir canlanma olduğu söylenemez. Ödeneksiz tiyatro yapmanın en büyük dezavantajı bence bu. Tiyatroyu besleyen tek kaynak gişe olunca, ‘tiyatro seyircisine’ ve onun beğenisine bağımlı oluyorsunuz. Kim evinden çıkıp, bilet alıp, oyuna geliyorsa, ona oyun üretiyorsunuz. Bu nedenle, 90’lar ve 2000’lere göre, tiyatronun daha muhafazakâr bir yerde olduğunu düşünüyorum. Mümkün olduğunca risk almadan hareket ediliyor. Tanıdık, bildik, alışıldık olanın peşinden gidiliyor. Çünkü bu koşullarda sadece ‘yapıyor’ olmak bile yeterince riskli bir durum. Elbette genelleme yapıyorum.

Bir tiyatro grubu, oynayacak bir sahne bulmak için, ne gibi zorluklarla karşılaşıyor? “Ev sahibi” olmamanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?

Şule Ateş: Artık ikisi de çok zor. "Meydan buldum at yok, at buldum meydan yok" gibi bir şey. Her iki durumda da ayrıca kaynağınız olması gerekiyor. Mekânı döndürmek için ya da mekânlara kira ödemek için... Eğer çok az masraflı ve seyircinin sevdiği bir oyununuz varsa, en şahane durum bu.

'KİŞİSEL OLAN POLİTİKTİR'

İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte. Seyircinin ilgisinin tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?

Pınar Göktaş: Şu an yaşadığımız hayat üzerimize öyle bir şiddet uyguluyor ki tahammül edebilmek için anlatmaya, ifade etmeye ihtiyacımız var. En çok da gülmeye. Biz bunu en sade yöntemle denemeye çalışıyoruz, hikâye anlatarak. Sahnelerdeki oyun sayısının artışını da buna bağlıyorum. Özellikle kadın deneyimlerinin sahnede anlatılmasını önemsiyorum çünkü kişisel olan politiktir.

.

Alternatif tiyatro kavramına nasıl bakıyorsunuz? Üretim biçiminizi ve oyunların içeriğini “alternatif” olarak mı görüyorsunuz? Ek olarak, oyunun broşüründe, “hikâye anlatıcılığı yöntemiyle solo performans tasarımı” sunma gibi bir cümle yer alıyor. Ne demektir bu? Geleneksel tiyatro bağlamında bu biçimi nasıl tarif edersiniz?

Şule Ateş: Alternatif tiyatronun yeni bir içerik ve/veya yeni bir ifade formu öneren ya da en azından bu yeni dilin arayışında olan bir tiyatro olması gerektiğini düşünüyorum.

2000’ler boyunca sahnelediğim performansları ‘alternatif bir estetik arayışı’ olarak görüyordum, evet. Sahne metinlerini kendimin oluşturduğu, hareket ve dansa dayalı, farklı disiplinlerin bir arada kullanıldığı, bazen çok uzun araştırmalara dayanan, "Belgesel Tiyatro" ya da "Katılımcı Performans" olarak tanımlanabilecek ‘performanslar’ sahneledim. Bazılarını çok ciddi bütçelerle yaptım. Hem içerik hem de form olarak, Türkiye için yeni yaklaşımlardı bu gösteriler ve Avrupa fonlarından kaynak yaratabiliyordum. Fakat 2010 sonrası her şey değişti ve üretim/prodüksiyon çok zorlaştı. Bu yeni koşullarda, ana motivasyonum olan ‘keşif’ hissinden vazgeçmeden, ne yapabileceğimi aradım uzun süre. Ve bu süreçte, hikâye anlatıcılığı ve hikâye anlatan oyuncu üzerinden yeni bir araştırma sürecine giriş yaptım diyebilirim. Aslında ‘çağdaş bir form olarak anlatı tiyatrosu’ meselesi önceki rejilerimde de mevcuttu fakat 2016 yılında sahnelediğim ‘Kahramanın El Kitabı’ından beri, ‘geleneksel bir form olarak hikâye anlatıcılığı üzerinden, güncel bir performans estetiği kurgulamak’, meselesi üzerine düşünüyorum.

Geleneksel olarak hikâye anlatıcısının en önemli özelliği, hikâyenin sürekli olarak gelişme halinde olması ve anlatıcının sürekli doğaçlamaya açık olmasıdır. Hikâye anlatıcısı, her temsilde yeniden ve yeniden yazar hikâyeyi. Bu vazgeçilemez özelliği, bugün ne şekilde, nasıl ve ne kadar sahiplenebileceğimizi merak ediyorum. Elbette tamamen oyuncuya bağlı bir süreç bu ve öyle bir iki aylık provalarla tamamlanması da mümkün değil ama bunu keşfetmek üzere oyuncuyla ve oyuncunun kendi malzemesiyle çalışıyorum. Her anlatı kendi biçimini yaratıyor. Çok büyük oranda, oyuncunun dünyası, bakış açısı, yapabilirlikleri üzerinden gelişiyor gösteri. Oyuncunun yaratıcılığını destekliyor ve teşvik ediyorum. Oyuncu aynı zamanda bir yazara dönüşüyor. Sahne üzerinde anlatarak ve oynayarak oyunu yazıyor. Doğaçlamalarla hem metin hem de performans şekilleniyor. Yönetmen ve oyuncu arasındaki bir tenis maçı gibi yaşanıyor bu süreç. Kolektif bir yaratım süreci diyebiliriz. Avrupa’da Devised Theatre diyorlar bu yaklaşıma.

Pınar Göktaş: Yönetmenim Şule ile geçirdiğimiz prova sürecine geri dönüp baktığımda bunu bir isimle sınırlandırmak zor geliyor ama geleneksel ve alışkın olduğum yöntemden çok farklıydı diyebilirim. Her şeyi sıfırdan tekrar tekrar inşa ettik. Normalde belirli bir metin olur, masa başı çalışması yapılır, bazı şeyler kesinleştirilir ve oyuncu onun içinde hareket eder. "Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur" sürecinde ise, her şey sıfırdan ve hikâye anlatarak sahne üzerinde gelişti. Bazen pes etmeye yaklaştığım anlar oldu. Çünkü bu otobiyografik bir anlatı. Kendimden kendi hayatımdan çok şey var ve derinleştikçe zihin kaçma eğilimi gösteriyor. Belki de oyunun mizahi yönünün ağır basmasının sebebi bu his.

“Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur” neyi anlatıyor?

Pınar Göktaş: 90’ların sonu ve 2000’lerin başına yayılan ve romantik filmleri çok içselleştirmiş bir kız çocuğunun büyüme ve gerçek hayatla karşılaşma hikâyesi. Ve bu büyüme sürecine şarkıları ve sanatçı kimliğiyle eşlik eden Tarkan’a bir teşekkür mektubu. Her ne kadar farkındalığımı artırmaya ve toplumsal cinsiyet konularında yol almaya çalışan biri de olsam masallarla ve romantik filmlerle büyüdüm. Bu idealize edilmiş aşk tanımı kanımda DNA’mda dolaşıyor. Tıpkı bir sürü kadın gibi. Oyunda şöyle bir cümle var: ‘’Bir yerlerde bir yanlış olduğunu düşünüyorum, bence toplu olarak kandırıldık kimse bize büyürken gerçeklerden bahsetmedi.”  Zaten oyunun adı da o yüzden "Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur". Bir sonuca vardığım anlaşılmasın. Bu bir sonuca varma hikâyesi değil.

Oyun, içeriği itibariyle bir büyüme hikâyesini konu alıyor. Bir kişinin tarihi, bir ülkenin de tarihidir, aynı zamanda. Sosyal bağlamda, bir kadının, özellikle de Türkiye’de yaşayan bir kadının, “büyüme hadisesini” nasıl yorumlarsınız?

Pınar Göktaş: Kadınlar olarak deneyimlerimizi paylaştıkça aslında her şeyin ne kadar da benzediğini, koşullar farklı olsa bile nasıl aynı yollardan geçtiğimizi görüyorum. Çünkü karşımızda yıkılmaz bir kule gibi duran erk aynı erk. Ve yakından bakınca aslında o kadar da yıkılmaz olmadığını görüyor insan. Bir kız çocuğu olarak kendi sesimi, içsel gücümü, sınırlarımı bulmam öğrenmem elbette zaman aldı hala üzerinde çalışıyorum. Kız çocuklarının cesur, güçlü ve potansiyellerinin farkında olarak büyümelerini önemsiyorum.

Nerede, hangi günlerde oynuyorsunuz?

Pınar Göktaş: Prömiyerimizi Zeytuna Cezayir’de yaptık. Aslında bir bar ama oyun geceleri orayı bir sahneye dönüştürüyoruz. Seyirci, önce bir şeyler içip, sonra oyun izleyebiliyor. Herhangi bir dekorumuz olmadığından oldukça esneğiz nereye çağırılırsak gidebiliyoruz (gülüyor).

Oyunumuz, 4 Şubat Salı 20.30 Zeytuna,  9 Şubat Pazar 18.oo Zeytuna, 15 Şubat Cmrt 18.30 Moda Sahnesi, 18 Şubat Salı 20.30 Zeytuna, 25 Şubat Salı 20.30 Koma Sahnesi, 26 Şubat Çarşamba 20.30 Bomontiada'da sahnelenecek.

Bir büyüme hikâyesi: Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur