Tiyatrocu İlyas Özçakır: Benim için hikaye ilk sırada gelir

Wolfgang Borchert’in özyaşam öyküsü ve eserlerinden yola çıkan "Karahindiba" oyunu, karanlıklar içerisinde umut ışığını arayanlarla buluşmayı bekliyor. Civil Production yapım şirketinin kurucularından olan oyuncu İlyas Özçakır ile alternatif tiyatroyu, "Karahindiba" oyununu ve ödeneksiz tiyatro yapmanın zorluklarını konuştuk.

Abone ol

DUVAR - 432 Numara, kötülüğün sıradanlaştığı bir dünyada, yaşama sevincini küçücük bir çiçekte bulur. Yüksek gri duvarlar arasında karşılaştıkları ilk andan itibaren dünyanın en güzel ve en önemli şeyine dönüşen karahindibasının özlemiyle yanıp tutuşan 432 Numara’nın önüne zorlu engeller çıkacaktır, ama çiçeğine kavuşmak isteyen bir insanı kim durdurabilir ki?

Wolfgang Borchert’in özyaşam öyküsü ve kısacık yaşamına sığdırdığı ölümsüz eserlerinden yola çıkan Karahindiba, karanlıklar içerisinde umut ışığını arayanlarla buluşmayı bekliyor. Kendisini, “Üniversiteye girene kadar babasının dükkânınaldan ve matematikten başka bir dünyası olmayan, Boğaziçi Üniversitesi'ne girdikten sonra kim olduğunu ve ne istediğini keşfeden, mühendislik okurken tiyatroyla tanışıp oyuncu olmaya karar veren, annesi çok ağladığı için bölümü bırakamayıp zorla da olsa bitiren, ondan sonra oyunculuk serüvenine atılan ve hayatının çok büyük bir kısmını buna adayan, ucu bucağı olmayan bir yolda yürüyen bir maceraperesttir” sözleriyle anlatan İlyas Özçakır ile Karahindiba’yı, alternatif tiyatro mefhumunu ve ödeneksiz tiyatro yapma halini konuştuk.

İlyas Özçakır

“Civil Production” isimli tiyatro grubu nasıl ortaya çıktı?

Civil Production bir tiyatro grubu değil aslında. Bir yapım şirketi. Farklı disiplinlerde üretim yapmayı hedefleyen bir oluşum. Erhan Çene ile birlikte kurduk. İkimizin de en iyi bildiği alan tiyatro olduğu için oradan başladık üretmeye ama ileride farklı dallarda üretimler de göreceksiniz umarım. Erhan Çene ile benim kurmuş olduğum Sarı Sandalye tiyatro topluluğunda tanıştık. Orada birlikte oyun yaptık. Ben Sarı Sandalye’yi bırakıp iki sene ara vermiştim tiyatroya. Bu süre zarfında biraz birikim yaptım ve yeni oluşum için planlar hazırladım. Hazırlık sürecindeyken Karahindiba için çok heyecanlandım ve konuyu Erhan’a açtım. O da heyecanlanınca daha firma kurulmadan ilk projesi belirlenmiş oldu.

Ödeneksiz tiyatro yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Ödeneksiz tiyatro yapıyorsanız, bir yanınız tüccar olmak zorunda. Çoğu tiyatro sahibi sanatçıdır ve sanatçıların çoğunluğu ticaretten pek anlamaz. Böyle bir gerçek varken işin doğası gereği zaten “dükkanı döndürmek” zor. Bunun üstüne bir de tiyatronun alıcısının sınırlı sayıda olduğunu düşünürsek uzun süre sadece tiyatro ile ayakta kalmak öyle kolay değil tabii. Biraz da bu sebeple bu kez tiyatro değil yapım firması kurmayı tercih ettim.

'BENİM İÇİN HİKÂYE BİRİNCİ SIRADA GELİR'

Alternatif tiyatro kavramına nasıl bakıyorsunuz? Üretim biçiminizi ve oyunların içeriğini “alternatif” olarak mı görüyorsunuz?

Alternatif kavramını; var olan yaygın anlayışa, sıradan olana ve sık yapılana getirdiği yenilik olarak okursak kendimi yakın görüyorum bu kavrama. Bu, yaptığım işlerin her zaman yeni ya da denenmemiş olduğunu göstermez ama bunun için küçük bir çabam da vardır mütemadiyen. Benim için hikâye birinci sırada gelir. İyi bir hikâye varsa onu anlatmak isterim. Biçimi de bana hikâyenin kendisi fısıldar. İçerikten beslenmeyen biçimsel denemelerden pek hoşlanmam. O sebeple, yapımcı olarak düşündüğümde, her hikâyeyi (hikâye formundan bahsetmiyorum; tür olarak oyun da olabilir, roman ya da öykü de) doğru yönetmenle eşleştirmeye çalışırım.

Bir tiyatro grubu, oynayacak bir sahne bulmak için, ne gibi zorluklarla karşılaşıyor? “Ev sahibi” olmamanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?

Bu işe başladığımdan beri en fazla zorluk yaşadığım alan bu. Sırf bu yüzden defalarca sahne açmak için planlar yaptım ama hiç hayata geçiremedim. Sahne işletmeciliğinin de çok zor olduğuna eminim ama gerçekten oyununa sahne bulmak çok zor. Giderek de zorlaşıyor. Bizim gibi oyunların oynadığı küçük salonların takvimleri çok dolu. Zaten çoğu sahnenin kendi oyunları var. Kalan günlere sığmak zor. Sahnelerin iletişim eksikliği çok büyük. Bazı sahnelerden cevap almak bile büyük bir iş oluyor bazen. Öte yandan iş yapamadığı için kapanan sahneler de var. Aslında herkes iş yapan sahnede oynamak istiyor. Sahneler de iş yapan oyunları oynatmak istiyor doğal olarak. Gelir adaletsizliği gibi biraz. Orta direk yok. Ya hep ya hiç gibi bir durum söz konusu.

'KİMSE EKSİK KALMAK İSTEMİYOR'

İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte. Seyircinin ilgisinin tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?

Bence bunun çok küçük bir kısmı nitelik iyileşmesinden kaynaklanıyor. Bu nitelik iyileşmesinin ana sebebi de zamanın ruhunu yakalamanın artık daha kolay olması. Eskiden global gelişmeleri daha geç yakalıyorduk ama şimdi dünyayla aynı anda ulaştığımız birçok şey oluyor. Yurtdışında eğitim gören sanatçı sayısı da çoğaldı. Biraz daha normalleşti uluslararası işler yapmak. Dolayasıyla vizyonumuzu genişletiyor uluslararası eğitim alanlar ya da ortak projeler yapanlar.

Ama bence asıl sebep bu nitelik iyileşmesi değil. Burada yine dengesiz bir dağılım var. Mütevazı oyunların seyirci sayısının yine eskisi gibi olduğunu düşünüyorum. Bazı istisnalar hariç seyirci yoğunluğu büyük prodüksiyonlarda ya da oyuncu kadrosunda ünlü yüz yer alan oyunlarda. Bunu aşabilen çok değerli örnekler oluyor ama sezon içinde bir elin parmaklarını geçmiyor genelde. Uzun bir makale konusu aslında bu. “Midyeci Ahmet Sendromu” diye tanımlıyorum ben bu durumu. Midyeci Ahmet’in önünde kuyruk oluyor diye insanlar artık daha çok midye yiyor diye düşünemeyiz. Ayrıca önünde kuyruk olması midyesinin çok iyi olduğu anlamına da gelmiyor. Şöyle bir gerçek var ki herkes Midyeci Ahmet’te yemek istiyor. Başka güzel midye yapan yok mu? Çok! Ama orada yiyor. Ve paylaşıyor. Orada yediğini gösteriyor! Zaten o da başkasından görmüştü orayı Instagram’dan. Sözün özü; insanlar artık Instagram’da nereyi görürse orada yemek yiyor, dahası Instagram’da paylaştığında neresi daha çok beğeni alacaksa orada. Çok üzülerek tiyatronun pek de farklı durumda olduğunu söyleyemeyeceğim. Herkes aynı yerlerde yemek istiyor, aynı filmi izlemek, aynı tiyatroya gitmek, aynı telefonu kullanmak istiyor. Kısacası, eksik kalmak istemiyor. Aslında bu farkı yaratanlar çok az yapıyor yaptığı şeyi. Yani Midyeci Ahmet’e gidip paylaşan kişilerin çoğu belki sadece bir kere gitmiştir oraya. Ayda yılda bir dışarıda yemek yiyor ve onun kötü olmasını istemiyor. Riske etme şansı yok. Benim gözlemim şu ki tiyatroyu kapalı gişe oynatan seyirci de senede bir (iyimser bir tahminle senede üç-dört) kez tiyatroya giden seyirci. İzlediği oyundan mutsuz ayrılmak istemiyor, çünkü tek kurşunu var. Oyun iyi çıksın istiyor. O yüzden de başkalarının beğenisini referans alarak seçiyor oyununu ya da tanıdığı bir yüz arıyor afişte.

.

“Karahindiba” neyi anlatıyor?

Gerçek bir hikâyeye dayanıyor Karahindiba. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşamış, karşı olduğu Naziler için savaşmak zorunda kalmış, bu sebeple de askerliği sırasında iki kere hücre cezası almış bir adamın hikâyesi. Yazarın kendi hikâyesi. Yarı gerçek yarı kurmaca şeklinde kurgulanmış bir biçimde aktarıyoruz biz bu hikâyeyi. Yazarın ikinci kez hücreye atıldığı anda başlıyor seyirci izlemeye. Tamamı hücrede geçiyor oyunun. Tek kişilik bir oyun ama hücrenin dışındaki hayatı karakterin anlatımıyla hayal etmeye çalışıyoruz. Naif ve “korkak” bir karakter. Mizah ve en büyük tutkusu olan tiyatro ile tutunmaya çalışıyor hayata hücrede. Ama şartların zorluğu yüzünden her şeyden nefret etmeye başlıyor. Günde yirmi üç buçuk saat karanlıkta yalnız başına kalıyor ve her gün yalnızca yarım saat avluya çıkıyor bütün mahkûmlar. Büyük bir çember halinde yürüyüş yapıyorlar bu yarım saat içinde. Bu yürüyüşler sırasında avluda gördüğü bir karahindiba çiçeği güneş gibi doğuyor kahramanın karanlık dünyasına. Onu gördüğü andan itibaren bütün amacı bu küçük çiçeği alıp hücresine götürebilmek oluyor. Bu amaç onu ayakta tutuyor ve yaşama bağlıyor. Yazar karahindiba çiçeğini sembol olarak kullanıyor ve ben de şuna inanıyorum: zor günlerde herkesin tutunduğu bir karahindibası var. Hepimizinki birbirinden farklı.

'HEPİMİZ KÜÇÜK PARÇALARIN BİRLEŞİMİYİZ'

Yazarının ölümü üzerinden 70 yıldan uzun bir süre geçmesine rağmen, onu ele aldığı faşizm mefhumu üzerine bir oyun oynamaya sizi iten sebep neydi? Ek olarak, tiyatro, siyasal bağlamda seyircisine etki edebilir mi? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yazarla benzer duyguları hissettiğim anlar çok oldu. Belki onunki kadar büyük trajedilerden geçmedik çoğumuz ama hepimizin kendisini azınlıkta hissettiği durumlar oluyor. Bazen açık biçimde, bazen örtülü. Bazılarımız toplum olarak (din, ırk, cinsel tercih, renk vs. sebebiyle), bazılarımız sadece bireysel olarak karşı karşıya kalıyoruz ayrımcılıkla. Bazen küçük bir arkadaş grubunda ya da iş ortamında bile ötekileştirildiğimiz oluyor.

Hikâyelerin bizi etkilemesi birebir bizi yansıttığı için olmasa da benzer bir yerden yakalar bizi çoğu zaman. Empati duygumuz gelişkinse bağlantıyı kurmak zor olmaz. O yüzden hikâye sağlamsa yaşlanmaz. 70 yıl da geçse, dünyanın öbür ucunda da geçse temel duygular hep aynıdır.

Tiyatro siyasal bağlamda seyircisine etki edebilir mi? Bence eder. Ediyor yani. Aslında her anlamda ediyor. Ama küçük küçük. Hangi disiplin olursa olsun, sanatın dönüştürücü etkisi var. Küçük parçaların birleşimiyiz hepimiz. Hücrelerimizde binlerce filmin, kitabın, oyunun, yapıtaşları yer alıyor. Binlerce insanın izi var her birimizde. Küçük şeylerin birbirine eklenerek ve birbiriyle tepkimeye girerek büyük etkiler yarattığını düşünenlerdenim.