Tohumun mülkiyeti olur mu?
Doğada var olan tohumların şirketlerin kendi buluşuymuş gibi patent kapsamına alınması, çiftçileri hem bu şirketlere bağımlı hale getirip tohumluklarını buralardan almalarını zorunlu kılarak ekonomik olarak kayba uğratmakta, hem de geleneksel tohum saklama yöntemiyle üretim yapmalarını yasal olarak engellemektedir.
Aygül Akkuş*
Neoliberal politikalar, temel hak ve gereksinimlerimiz kapsamındaki pek çok alanı dönüştürdüğü gibi tarım sektöründe de dönüşüm yaratmıştır. Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) küresel ölçekli ticarette serbestleşme politikaları ve IMF-DB uyum programları doğrultusunda ülkeler, tarımda serbestleşmeye yönelik yeni politikalar geliştirmiş, kimi zaman yeni yasalar çıkarmış, kimi zaman ise mevcut yasalarda bazı değişiklikler yapmışlardır.
Piyasa çıkarlarının her koşulda üstün olması gerektiğini savunan ve çok uluslu şirketlerin küresel pazarda serbestçe dolaşımını kolaylaştıran neoliberal görüş ile yatırımcılar özellikle gelişmekte olan ülkelere yatırım yaparak hem bu ülkelerdeki ucuz işgücü ve doğa koruma açısından daha esnek olan mevzuattan faydalanmakta, hem de yapılan üretimde kullanılan doğal varlıkların maliyetlerini bu ülkelere yıkmak istemektedirler. Bu bağlamda, Türkiye’de de çok uluslu şirketlerin yatırımlarını teşvik etmeye yönelik kimi uygulamalar gerçekleştirilmiş, küçük üreticinin bu şirketlerle rekabet etme olanakları en aza indirilmiştir.
Çok uluslu şirketlerin yatırımlarını desteklemeye yönelik uygulamalara Türkiye’den öncelikle 5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu örnek verilebilir. Kanun’a göre tohumlar, patent ve sertifikasyon işlemlerine tabi tutulacak, patentsiz üretime izin verilmeyecektir. Ek olarak, söz konusu kanuna göre ilgili bakanlık, sertifika verme ve ticaretle ilgili yetkilerini özel şirket ve birliklere devredebilir. Böylelikle şirketlerin tohumları kontrol altında tutmaları kolaylaşmaktadır.
Harvey’in belirttiği gibi, sermaye için fikri mülkiyet son 30 yılda önemli bir birikim alanı haline gelmiştir(1). Doğada var olan tohumların şirketlerin kendi buluşuymuş gibi patent kapsamına alınması, çiftçileri hem bu şirketlere bağımlı hale getirip tohumluklarını buralardan almalarını zorunlu kılarak ekonomik olarak kayba uğratmakta, hem de geleneksel tohum saklama yöntemiyle üretim yapmalarını yasal olarak engellemektedir. Monsanto şirketi, 2000’li yıllarda yüzlerce çiftçiyi patentli ürünlerini haksız yolla satmakla suçlayarak mahkemeye vermiştir (2).
Çok uluslu şirketlerin aynı amaç çerçevesinde her ülkede farklı yöntemle hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Ülkelerin tarımsal faaliyetlerini kontrol altında tutmak nihai amaç olsa da, yöntem olarak, dışarıdan toprak kiralama ya da satın alma yoluyla kendi üretimlerini gerçekleştirmek, hâlihazırda piyasada yer kazanmış olan yerel şirketlerle birleşmek ve yerel üreticilerle sözleşmeli üretim yoluyla anlaşma sağlamak gibi çeşitli uygulamalar benimseyebilirler.
Türkiye’de çok uluslu şirketlerin yatırım yapmalarının önünü açabilecek ve bu konuda amaç dışı uygulamalara müsait olabilecek bir diğer yasa örneği ise, Arazi Toplulaştırma Uygulama Yönetmeliği’dir. Söz konusu yönetmelikte 28 Nisan 2018 tarihinde yapılan değişiklikle arazi toplulaştırma yetkisi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’ndan Devlet Su İşleri’ne (DSİ) devredilmiş, aynı zamanda proje idaresi, DSİ’nin iznine bağlı olarak yetkili kılınmıştır. Tarım arazilerinden verimli hasat alınabilmesi ve tarımsal üretimi gerçekleştiren çiftçilerin araziyi daha akılcı kullanabilmeleri açılarından oldukça önemli olan bu yasa, yanlış uygulandığı takdirde yerel üreticileri arka plana atarak şirketlerin bu alanda yetkili hale gelmelerini kolaylaştıracaktır. Mevcut tarım politikalarında devlet desteğinden yoksun olan çiftçilerin şirketlerle rekabet gücü olmadığından, toplulaştırılan arazilerin satın alma ya da kiralama yoluyla çok uluslu şirketlerin eline geçmesi mümkündür. Bir diğer ifadeyle, arazi toplulaştırma uygulamalarında objektif karar mekanizmaları oluşturulmadığı ve çiftçilerin sosyo-ekonomik açıdan güvenceli olmaları göz önünde bulundurulmadığı durumda mevcut yasa çok uluslu şirketlerin egemenliğine teslim olmak anlamına gelecektir.
Tüm bunlara ek olarak, her iki yasanın da ekolojik maliyetlere gebe olacağı kuşkusuzdur. Çok uluslu şirketlerin sınırsız büyüme ve kâr elde etme isteğiyle seri üretime aynı zamanda denetiminin kolay olması açısından tek tip üretime yöneldiğini düşünürsek, bu uygulamaların biyolojik çeşitlilik kaybı, toprak niteliğinde bozulma vb. bir dizi sorun yarattığını ve süreç böyle devam ederse geri dönüşü mümkün olmayan tahribatlar ortaya çıkaracağını söyleyebiliriz.
(1) Harvey, D. (2015), On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, Çev. E. Soğancılar, İstanbul, Sel Yayıncılık.
(2) Seelow, S. (2012), “Monsanto: Skandallarla Dolu 50 Yıl”, Çev. T. Tuğran, (www.yesilgazete.org, 24.10.2018).
*Kent ve Çevre Politikaları Araştırmacısı